İDEALİST BİR ÖĞRETMEN OLABİLMEK

29 Ekim 1923’te ilan edilen genç Türkiye Cumhuriyeti’nin iki temel ülküsü vardı: Sonsuza kadar varlığını sürdürmek.

İDEALİST BİR ÖĞRETMEN OLABİLMEK
İdealist bir öğretmen olabilmek!
 
 
  29 Ekim 1923’te ilan edilen genç Türkiye Cumhuriyeti’nin iki temel ülküsü vardı: Sonsuza kadar varlığını sürdürmek.

Çağdaş uygarlık düzeyine çıkmak ve çağı yakalamak. Çağı yakalamak için modern bir devlete; sosyal, ekonomik ve kültürel bakımdan gelişmiş bir topluma sahip olmak gerekiyordu. Bunun için de iyi eğitilmiş, nitelikli nüfus gerekliydi. Cumhuriyetin ilk yıllarında nüfusun üçte ikisi kırsal kesimde yaşamaktaydı. Köylü, yokluktan, yoksulluktan ve bilgisizlikten kıvranıyordu. Köylünün ve ülkenin gerçek kurtuluşu nasıl sağlanacaktı? Atatürk, neden “Bu ulusun efendisi köylüdür” demek gereğini duymuştu? 
 
Genç Cumhuriyet’ in önündeki en önemli sorun bilgisizliğin diz boyu olmasıydı. Oysa Atatürk’ ün gösterdiği hedef çağdaş uygarlık düzeyine erişmek ve ilerlemekti. Bilgisizliği yok etmeden çağdaşlaşabilmek ve ilerleyebilmek mümkün müydü?
 
 
 
 
Bilgisizlik sorununu çözmek için ülkede toplu olarak bir eğitim seferberliği gerekmekteydi. Bu seferberlik şöyle gerçekleştirildi: Önce okuma-yazma kursları düzenlendi. Atatürk, tahta başına geçip öncülük etti ve ulusun “Başöğretmeni” oldu. Arkasından halk eğitimi etkinlikleri başladı. Eğitim seferberliğinin en gelişmişi ise Köy Eğitimi idi. Köylü çocukları okutmak, köylüyü aydınlatıp bilinçlendirmek için önce Eğitmen Kursları, sonra Köy Öğretmen Okulları açıldı. Bu okullar 17 Nisan 1940’ta Köy Enstitülerine çevrildi. Her bölgenin, yörenin özelliklerine göre yaygınlaştırıldı, sayıları 21’e çıktı. Diğer seferberlik mesleki ve teknik eğitim alanında oldu. Meslek ve teknik kursları ile okulları açıldı. Ayrıca çeviri ve yayın seferberliği düzenlendi. Tercüme büroları açılıp Batı ve Dünya klasikleri Türkçeye çevrildi, çevrilen eserler basıldı, yerli yazarlar özendirildi. Ortaya çıkan eserler okulların, halkevlerinin kütüphanelerine, köy okuma odalarına gönderildi. Çünkü Atatürk, kitap okumayı, kitap yazmayı, kitap çeviri işlerini bir kültür olayı, ulusal kültürün yayılma araçları ve ulusal egemenliğin dayanağı olarak görmekteydi.
 
Köy Enstitülerinin kurucusu İsmail Hakkı Tonguç da şöyle diyordu: “Çocukları okutmak, onları ileri derecede üretici duruma getirmek gerekir. Türkiye Cumhuriyeti’ nin politik, toplumsal, ekonomik ve kültürel örgütlerinin dayanacağı köylü, ileri bir düzeye ulaşmadan, ne kaynaşmış bir ulus ne de ulusal bir ekonomi olur. Cumhuriyet’ in ve Atatürkçülüğün odak noktası köylüdür!”
 
Nitekim Atatürk de; “Türkiye’nin gerçek sahibi ve efendisi, gerçek üreticisi, yetiştiricisi olan köylüdür. O hâlde herkesten daha çok refaha, mutluluğa, servete layık olan köylüdür” diyerek işe köylüden, köyden başlanacağını vurgulamıştır. Demek ki köylüyü eğitmek, bilinçlendirmek, kalkındırmak, köy çocuklarını okutmak en başta gelen bir görev olmuştur.
 
Öğretmenler, yalnızca öğrencilerin değil, bütün toplumun öğretmenleri olmuştur. Okuyan, araştıran, bilimsel düşünceye sahip, üretken, tam bağımsızlıktan yana, Atatürk ilkelerine ve devrimine bağlı ve bunları geliştirici, idealist öğretmenler yetiştiriyordu.
 
Atatürk; “Milletleri kurtaranlar yalnız ve ancak öğretmenlerdir. Öğretmenden, eğiticiden mahrum bur millet, henüz bir millet adını alma yeteneğini kazanamamıştır. “ “ Öğretmenler! Cumhuriyet sizden, fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller ister.”
 
“ Öğretmenler; Cumhuriyetin fedakar öğretmen ve eğitimcileri, yeni nesli sizler yetiştireceksiniz. Ve yeni nesil sizin eseriniz olacaktır. Eserin kıymeti, sizin beceriniz ve fedakarlığınızın derecesiyle orantılı olacaktır. Cumhuriyet; fikren, ilmen, fennen, bedenen kuvvetli ve yüksek karakterli koruyucular ister. Yeni nesli, bu özellik ve kabiliyette yetiştirmek sizin elinizdedir... Sizin başarınız Cumhuriyetin başarısı olacaktır. “ der.
 
 
 
Geçen gün, etkinliklerini ve yazılarını sürekli takip ettiğim, büyük bir titizlikle hazırlanmış olan Kardere sitesindeki; 1962-1964 yılları arasında, Atatürk’ün koyduğu çağdaşlaşma ve aydınlanma ışığı altındaki ilkelerle görevini yerine getiren bir öğretmenin, ilk görev yeri olan Kemah’ın Kardere Köyün’deki anılarını anlattığı yazıları beni oldukça etkiledi. Sayın Hasip TURAN Öğretmenin anılarından birini sizlerle paylaşmak istedim.
 
 
 
 
ALDURAN'ın Sırrı ve Kurnazlığı !
 
Alduran kimdi?
Gerçek adını bilmiyordum, öğrenemedim ve ona köyde adıyla hitap edildiğini de hiç duymadım. O Alduran’dı. Alduran, ikinci eşinden Mehmet, Rıza, Saime ve Hüseyin adlarında dört çocuğu olan dul bir kadın ve benim ev sahibimdi. Güler yüzlü, metanetli, yerine göre espri yapabilen, yapılan espiriyi anlayan, yardım sever, çıkarlarını da koruyabilen özelliklere sahip biriydi. Hem komşum hem de ev sahibim olduğu için kendisi ve çocuklarıyla çok sık görüşürdüm. Hazır sözü açılmışken biraz da çocuklarından bahsedeyim.
 
Çocuklarının en büyüğü olan Mehmet, yaşına göre uzun boylu, sakin, konuştuğu zaman yavaş yavaş fakat az konuşurdu. Sorulanlara da kısa yanıtlar verirdi.
 
Rıza, kısa boylu, cin bakışlı, konuşkan, ne demek istenildiğini lafın nereye varacağını hemen kavrayan kıvrak zekalıydı. Saime, üç ve dördüncü sınıfta öğrencimdi. Okulda çalışkan ve dikkatliydi. Ev işlerinde de hamarat ve becerikliydi. Hüseyin’in yaşı çok küçük olduğu için benim maskotumdu. Sabah kahvaltılarımı ve akşam yemeklerimi sık sık onunla beraber yerdim. Bu hem onun, hem de benim pek hoşuma giderdi. Ona şakalar yapar, kızdırmak için takılırdım. Onu çok sevdiğimi bildiği için hiç kızmazdı. Hepsinin de gözlerinin içi gülerdi, bana karşı saygılı,terbiyeli ve çekingendiler.
 
Kollarımda, göğsümde ve sırtımda pençe pençe kırmızı şişlikler oluşmağa ve bu yerler kaşınmağa başladı. Bir hafta on gün kadar çektim bu sıkıntıyı. Kazaya indiğimde doktora gösterdim. “ Bunlar neye alamet, doktor ?“ diye sordum. Doktor “Hoca, senin karaciğerin bozulmuş” dedi.

Ben “ Bırak şimdi dalga geçmeyi de işin aslını söyle! Ben, devamlı içki içen, sağlığına dikkat etmeyen, yaşlı biri değilim ki karaciğerim bozulsun.” dediğimde, Doktor, “ Yalnız içki içenlerin karaciğeri bozulmaz. Karaciğer bozukluğunun, hastalığının çok değişik nedenleri olabilir. Örneğin bunlardan biri de tek tip gıdayla beslenmektir. Senin bünyen buna alışkın olmadığı için karaciğerin isyan etmiş. Merak etme. Sana bir ilaç yazacağım, en kısa zamanda sağlığına kavuşacaksın. Fakat bundan sonrası için yediklerini çeşitlendireceksin. Bunu yapmazsan, tekrarlayabilir” dedi. İlaçlarımı aldım, onun tavsiye ettiklerini aynen uyguladım. Tabii bazı istisnalarla! Dediği gibi kısa zamanda normal halime döndüm.
 
Köyde et ve sebze olmadığı için ben bu eksikliği gideremiyordum. Ancak, kazaya ve Erzincan’a gittiğimde bir kaç günlüğüne bu besinlerden yararlanabiliyordum. Köydeki bazı kimseler ise et ihtiyaçlarını kestikleri hayvanların etlerini önce güneşte kurutuyorlar sonra kendi usullerine göre bu etleri uzun zaman dayanabilecek şekilde işlemden geçiriyorlar ve kışın yiyorlardı. İşte ben, bu olanaktan mahrumdum.
 
Peki ne yiyordum ? Yediklerimin başında MİLLİ yemeğimiz olan kuru fasulye geliyordu. Devamı, pirinç pilavı, bulgur pilavı, makarna, patatesti. Yemeğimi de kendim pişirdiğim için bazen, pişirdiklerim yemekten gayri her şeye benziyordu. İşte böyle bir beslenme benim karaciğerimi hasta etmiş!
 
1963 yılının şubat ayındaki sömestr tatilinde memleketime gittim. Dönüşümde bir büyük kasa konserve sebze getirdim. Hemen hemen konservesi yapılan her sebze türünden getirmiştim. Bunlarla nasıl yemekler yapılacağını da annemden öğrenmiştim. Yaz tatiline kadar yemek konusunda hiç sıkıntım olmadı.
 
İşte anımın püf noktası bu konservelerden sonra başlıyordu. Yemek pişirmek için açtığım boş teneke konserve kutularını, odamın karşısındaki bahçeye atıyordum. Bahçe, Alduran' ındı ve bahçesinde tavukları geziniyordu. Tavuklarını yemlemek için bahçeye girdiğinde boş kutuları görör, bunları toplar, yıkayıp temizler. Sonra bana geldi "Aboo hoca sen o kutuları niye fıldırıp atıyorsun, bundan sonra atma, boşalanları bana ver” dedi. Ben “Ne yapacaksın sen o boş kutuları ?” dedim. “ Ben onların içine, tarlaya giderken yemek, yoğurt koyarım.” dedi. O konuşmamızdan sonra boşlanan kutuları ve zaman zaman da pişirdiğim sebze yemeklerinden onlara vermeğe başladım.
 
Birgün bir öğrencim geldi “ Öğretmenim, annem senden, Alduran’ a verdiğin konserve kutularından istiyor.” dedi. Ben de o anda boşalan kutulardan bir kaç tanesini verdim öğrenciye. Bunu duyan Alduran ertesi gün bana “ Aboo hoca, Niye kutuları başkasına dağıtıyorsun? Hani hepsini bana verecektin ya !” dedi. “ Ya hu Alduran sana çok verdim, biraz da başkalarına vereyim” dediğimde “ Sen gidince ben bir daha nerede bulurum kutu. Sen, gene de başkalarına verme bana ver.” dedi.

Aradan birkaç gün geçtikten sonra bu kez bir anne geldi kutu istedi. “Ben, ya hu bir kutuyu paylaşamıyorsunuz. Bakıyorum hiç bir değeri olmayan kutular pek kıymetli olmağa başladı aranızda” dediğimde “ He dediğin gibi hoca pek kıymete bindi. Alduran, senden aldığı kutuları, bir kutu dolusu yün verenlere veriyor. Benim, kutu almak için yünüm yok ki vereyim” deyince, çok tuhaf oldum, şaşırdım. O anneye de boş kutu verip gönderdim.
 
Akşama doğru Alduran’a neden böyle yaptığını sordum. Önce kahkahalar attı. “Bak hoca ben sana bu işin doğrusunu söyliyeyim. Kadınlardan, kutu karşılığında topladığım yünleri biriktiriyorum. Anlaştığım iki üç kadın var.

Onlarla birlikte topladığım bu yünleri yıkayacağız, tarayacağız, eğirip ip yapacağız ve boyuyacağız. Zaten bana verdikleri yün de çepel. Benim kendi yünüm de yeterli değil. Biriktirdiğim bu yünler, bu işlemlerden geçtikten sonra bir avuç kalır. Bu iplerle de sana hatıra olarak torba dokuyup, çorap örüp vereceğiz. Sen de bunları alıp memleketine götürdüğünde ömrün oldukça bizi anarsın” dedi.
 
Alduran’ın bu düşüncesi beni pek duygulandırdı. Dediği de gerçekleşti. Bu torbaların ve çorapların oluşmasında katkıda bulunanlardan Allah razı olsun. Şimdiye kadar bu anıyı yaşadım, ömrümün bundan sonrasında da yaşatacağım. 
Güncelleme Tarihi: 18 Ekim 2013, 00:00
YORUM EKLE
SIRADAKİ HABER