Kimlik ve Dil -I

İnsanoğlunun ne zamandan beri konuştuğu, yani ifade aracı olarak bir dile sahip olduğu bilinmez. Dil, insanları diğer varlıklardan ayıran en belirgin özellik olması bakımından çok merak edilen bir konu olmuş ve dillerin türeyişiyle ilgili pek çok teori ortaya atılmıştır. Genel olarak insanlığın dil varlığına ne zamandan beri sahip olduğu bilinmediği gibi Türkçenin de yeryüzündeki varlığının başlangıç tarihi tam olarak tespit edilebilmiş değildir. Dilin tarihi, bir anlamda milletin de tarihi olduğu için Türk’ün tarihi ile Türkçenin tarihi birlikte düşünülmekte ve Türkçenin varlık sahnesine çıkış zamanıyla ilgili çeşitli hesaplamalar yapılmakta, kesin olmamakla birlikte birtakım tarihler ortaya atılmaktadır. Bu tarihlerin çoğunun bilimle ilgili bir yönü bulunmamakta, insanlar kişisel düşüncelerine ya da tahminlerine göre birtakım tarihler ileri sürmektedir. Gerçek bilgi ve belgelere dayanmayan bu tür zaman tayinlerinin sebebi düşünüldüğünde akla, kök ne kadar eskiye giderse kimlik duygusunun o denli güçlü olacağının kabul edildiği geliyor. Bu bir yönüyle doğrudur, ancak belgelerle ispat edilemeyen bir geçmiş kurup bunu insanların huzuruna çıkarmanın belki kısa vadede yararı olsa da uzun süreli düşünüldüğünde güven duygusunu yok edeceği ve başka şeylerin de sorgulanmasına yol açacağı açıktır. Bu durumun bir başka sebebi ise insanımızın, özellikle aydınımızın kendine güven duygusunun zayıflamış olması, kendinden emin olmama diye düşünebiliriz. O yüzden milli kimlik mutlaka gerçek bilgilere dayanmak ve gerçek kaynaklarla beslenmek durumundadır. Bilginler, Türkçenin geçmişiyle ilgili en eski izleri Sümer metinlerinde buldu ve konu çeşitli araştırmalarla bilim dünyasına sunuldu. Bu, aşağı yukarı beş bin beş yüz yıllık bir geçmiş anlamına gelir ki hiç de azımsanacak bir zaman değildir. Bugün yeryüzündeki mevcut dillerden hiçbirinin bu kadar geriye giden bir geçmişi yoktur.

Milletlerin aydınları özellikle zor ve sıkıntılı zamanlarında milli heyecanı beslemek ve insanları istenilen amaca yönlendirip istenilen sonucu elde etmek için geçmişlerine dair bazı unsurları öne çıkarır, hatta onları abartabilir, ancak bu durum sürekli olmaz ve önünde sonunda gerçekler ortaya çıkar ve yapmak istenirken yıkımla karşılaşılabilir. Bu yüzden uydurma bir geçmiş değil, gerçeklere dayanan, abartılar barındırmayan, hoşumuza gideniyle gitmeyeniyle yaşanılan hayatın ve bin yıllar içerisinde oluşturulan medeniyetin eksiğiyle fazlasıyla ortaya konulması asıl olandır.

Dilin çok çeşitli tanımları yapılmıştır. Dil, en basit anlamıyla, insanlar arasındaki anlaşma aracıdır ve konuya böyle bakıldığında derinliği olmayan, basit bir dizge, basit bir sistem olarak görülür. Dille ilgili önemli tartışmalardan biri, ‘üretilmiş’ mi, yoksa ‘verilmiş’ mi olduğudur. Kur’an-ı Kerim,  Allah’ın, Adem’e isimleri öğrettiğini buyurur ve bu, dilin ‘verilmiş’ olduğunun ispatı olarak gösterilir, ancak burada işaret edilen ‘isimleri öğretme’nin nasıl bir öğretme olduğunu bilme imkanımız yok. Bu, bizim idrakimizin alacağı bir öğretme mi, yoksa ilahi iradenin başka bir kastı mı var bilemeyiz. Dil insanoğluna Tanrı vergisi olsa da insan aklı bu verilen dil üzerinde son derece karmaşık birtakım işlemler yaptı, onu çeşitlendirdi, somut nesneler yanında soyut kavramları da ifade edecek duruma getirdi, onunla, eğretileme ve mecazlara başvurarak duygu yoğunluklu sanat eserleri üretti, üstelik yazı denilen işaretleri de icat ederek sözlü gelenekte yaşattıklarını bu sihirli işaretlerle sabitleştirdi, dille üretilen sanat eserlerini sonraki kuşaklara değiştirilmeden bırakmanın yollarını buldu ve tecrübesini kuşaktan kuşağa aktarıp gelişmenin daha hızlı olmasını sağladı.

Dil, anlaşma aracı olmak yanında insan aklının ve duygularının ürettiklerini gelecek kuşaklara aktarmanın da aracılığını yaparak onlara içgüdüleriyle değil de bilgi ve tecrübeyle davranma yeteneği kazandırır. Bu özelliğiyle dil, insanı geçmişi, yani tarihi olan bir varlık durumuna getirip diğer varlıklardan ayırır. Dilin ikinci önemli özelliği “biriktirme” aracı olmasıdır. Dille biriktiririz ve bu birikimlerimizi de dille aktararak bir anlamda geleceği de kurgulamış oluruz. Dilin bir başka temel özelliği kimlik belirleyicisi olmasıdır. Aksansız Türkçe konuşan bir kişinin Türk olduğunu düşünürüz, bu yönüyle dil kişinin millet mensubiyetinin belirleyicisidir. Dil edinimi üzerinde yapılan araştırmalara göre insan anadilini doğmadan önce edinmeye başlar ve bu süreç doğumdan sonraki ilk sekiz ayda önemli ölçüde tamamlanır. Sonradan edinilen hiçbir dil, ana dilin yerini tutamaz. İnsan olma vasfımız büyük oranda dille belirginleşir, yani bir noktada dille insan oluruz, burada elbette sağır ve dilsizlerin kullandığı işaret dili gibi yapay dilleri de kastediyoruz, çünkü onlar da sonuçta dille biriktirdiklerimizin bir ürünü olan bir çeşit anlaşma aracıdır. İnsanın düşünme ve öğrenme eylemleri dil yardımıyla gerçekleşir, yani insan dille düşünür ve dille öğrenir. Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır diyen bilginin kastı öğrenme, düşünme, bilme ve hayal kurma idi. İnsan diliyle düşünür, diliyle hayal kurar ve diliyle bilir, bildiklerini de yine diliyle aktarır. İnsan dili, var olmanın ve var etmenin aracı olmak bakımından son derece özel bir yere sahip olduğundan dil kaybı, kimlik kaybının da temel göstergesi olur. İnsan kimlik ve kişiliğini içinde barındıran, insanın manevi ana yurdu olan dilini kaybetmiş olan toplum, kendine özel olan kültür unsurlarıyla bir süre daha kimliğini, farkında olmadan da olsa, korumayı sürdürebilir, ancak zaman içerisinde onlar da ayırt edici olmaktan çıkar ve toplum bütünüyle başkalaşır. Buna örnek olmak üzere bir kilim motifini gösterebiliriz. Kilim dokuyan bir genç kız, kilim üzerine kökenini bilmediği bir takım motifler işler ve belki de binlerce yıllık geçmişi olan bu motifle çok farklı coğrafyalarda da karşılaşılabilir. Anadolu’da Türkçeyi, dolayısıyla kimliğini kaybetmiş olan genç kızın kilimindeki ‘eli belinde’ motifini Sibirya’da veya Çuvaşistan’da, belki de aynı adla görebiliriz, ancak onun ne olduğunu, nereye dayandığını o genç kızın bilme imkânı yoktur, bu ancak kültür tarihçisinin bileceği bir şeydir.

Dili bütün bu sayılanlarla birlikte düşündüğümüzde insanın ve toplumun kendi diliyle varlığını sürdürmesi son derece önemli görülmüş, aidiyet bilinci dille eşdeğer olarak kabul edilmiş ve bilinen çağlardan beri insanlar dil üzerinde düşünmüş, dille ilgili çok çeşitli çalışmalar yapılmıştır. Dillerin işleyişi, insanoğlunun temel meraklarından biri olmuş, bu merakın sonucu olarak dil bilgisi çalışmaları bir bilim alanı olduğu gibi felsefenin de temel uğraşlarından biri durumuna gelmiştir. Dilin yapısını anlama çabaları yanında tek tek dillerle ilgili de pek çok çalışma yapılmış, bilim adamları hem kendi dilleriyle, hem de başka dillerle ilgili eserler üretmişler, dilcilik bilginlerin çok çaba sarf ettiği konulardan biri olmuştur.

Diller yapı özellikleri bakımından incelendiğinde bazı dillerin birtakım ortaklıklar barındırdığı fark edilmiş ve bu ortaklıklardan hareketle dillerin ve dolayısıyla toplumların köken akrabalığı teorileri geliştirilmiş, dillerin karşılaştırılmış, bu çalışma ve karşılaştırmalar sonucunda bazı dillerin aynı kaynaktan çıktığı tespit edilmiştir. Bu teorilere göre insanlığın birbirinden çok da uzak olmadığını, yapıları benzeyen dilleri konuşanların büyük oranda köken olarak da aynı olacağı sonucuna varılmıştır. Bilinmeyen zamanlarda meydana gelen ayrılmalar bir yana, bilinen tarihte birbirinden ayrılan kavimlerin ve dolayısıyla dillerin varlığı bir gerçek. Tarih boyunca kavimlerin birleşip ayrılmalarında, dolayısıyla yeni dillerin ve kavimlerin oluşmasında hareketli kavimler diyebileceğimiz bozkır halklarının büyük rolü oldu. Özellikle Türkistan’dan hareket edip Hazar’ın ve Karadeniz’in kuzeyinden doğu Avrupa’ya inen Hunlar, Uzlar, Peçenekler, Kumanlar gibi Türk kavimleri bugünkü Avrupa milletlerinin tekrar tekrar birleşip ayrılmasına sebep olmuş, başka bir deyişle bugünkü Avrupa milletlerinin pek çoğunun kimliğinin oluşmasında etken olmuştur. Tarihte özellikle Doğu Avrupa’da bu denli etkili olan Türk halkları ne yazık ki birbirleriyle mücadeleleri, nüfus yoğunluğuna sahip olmamaları, güçlü bir yazılı edebiyattan yoksunlukları, sürekliliği olan güçlü siyasi yapılar oluşturamamaları, kitabi bir dine sahip olmamaları gibi sebeplerle varlıklarını sürdüremedi ve zamanın tahrip ediciliğine dayanamayıp yerli halklar içerisinde eriyip kayboldu. Osmanlı üzerinden Balkanlara yerleştirilenlerin büyük kısmı yirminci yüzyıl başında yaşanan felaketler sonucu toplu katliamlara maruz kaldı, bir kısmı geri göç yaşadı, çok az bir kısmı ise halen o topraklarda varlıklarını sürdürmeye çabalıyor. Bu bölgedeki Türk varlığının izlerini bugün ancak bazı yer adlarında fark edebiliyoruz. Çok bilinmemekle birlikte Türkler benzer bir kaderi de Hint yarımadasında yaşadı. Bugün ne yazık ki ne Akhunlar’ın, ne Gazneliler’in, ne de Babürlüler’in devamından söz edebiliyoruz.

Bundan sonraki birkaç yazıda Türk kimliği ve Türkçe ilişkisini, daha doğrusu kimliğimizin beslenme kaynağı olarak dili, Türkçenin tarih içerisinde ortaya koyduğu metinlerden hareketle incelemeye çalışacağız.

Yazarın ve millidevletgazetesi.net internet sitesinin bilgisi dahilinde yayınlanmıştır.

YORUM EKLE