Tarih; kime göre, neye göre ? -II

Kendilerini İslamcı olarak adlandıran tarihçi bilim adamlarının ilgi alanları ağırlıklı olarak İslam Tarihi ve Osmanlı’nın yükseliş dönemi tarihidir. Kanaat önderi olarak görülen bilim adamları konuya böyle bakınca, bunları izleyen tarihçi olmayan aydınlar ile halk ve yine özellikle meraklı gençler için de Genel Türk Tarihi, Türkistan’ın İslam öncesi ve sonrası tarihi, Büyük Selçuklu Tarihi, Anadolu Selçukluları ve Beylikler Tarihi, Osmanlı’nın Çöküş Dönemi Tarihi çok ilgi çeken alanlar değildir, ancak Abdülhamit dönemi hariç, bu dönem çöküşün durduğu ve yeniden yükselişin başladığı, fakat ‘hainlerin’ özellikle ‘ittihatçı hainlerin’ bu yükselişi engellediği bir zaman dilimi olarak düşünülür. Bu döneme dair bilgiler ise genellikle kulaktan dolma, tarihle ilgisi olmayan kişilerin sezgi ve uydurmalarından oluşan saçma sapan şeylerdir. Mesela Bayram Kodaman’ın Abdülhamit Devri Eğitim Sistemi adlı muhteşem eserinden bunların hemen hiçbiri haberdar değildir. Bunların iman derecesinde kabul ettikleri bir sakat düşünce; Osmanlı’yı İttihatçıların ve özellikle Türkçülerin yıkmış olduklarıdır, bu yüzden bunlara olan düşmanlık ve kinlerinin haddi hududu yoktur.

Abbasi halifeliğinin Selçukluların yardımına muhtaç duruma düşmesi, Selçukluların hilafet merkezini kurtarması ya da Türklerin İslam’ı Hindistan’da yayması ve yüz milyonlarca insanın Müslüman olmasını sağlamaları konusunda çok bilgi sahibi değillerdir(!) ve çok da ilgilerini çekmez ama ABD’de bir zencinin ya da Avrupalı herhangi birinin Müslüman olması onlar için gazete ve dergilerinde boy boy haberleri yapılacak kadar değerlidir. Ayrıca İslam tarihinin başlangıç dönemi, hiçbir yanlış hareketin olmadığı bir zaman dilimi olarak düşünülüp, böyle yansıtılır, yaşanan olumsuzluklar ya bir Yahudi dönmesine bağlanır ya da hiç olmamış gibi davranılır. Hz. Peygamber’in vefatından sonra ilk Müslümanlar arasında yaşananlar neredeyse hemen hiç üzerinde durulmayan tabiri caizse tarihe bile unutturulmaya çalışılan ‘yasaklı’ bir alandır. Sahabelerin ve sonra gelenlerin de insan olduğu ve hatalar yapmış olabilecekleri bir türlü kabul edilmek istenmez, Sıffin Savaşı ve benzeri olaylar hatırlanmaz. İslam dininin en büyük fıkıh bilgini İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin Emeviler döneminde de, Abbasiler döneminde de hapiste yattığı ve hapiste öldüğü, belki de öldürüldüğü asla dile getirilmez. Bu kişiler, belirtilen olumsuzluklar dile getirildiğinde İslam suçlanacakmış gibi bir duyguya kapılırlar, hâlbuki insanın olduğu yerde hırs da diğergamlık da yanlış da doğru da güzellik de çirkinlik de riya da dobralık da olacaktır. Çünkü insan böyle bir varlıktır ve genel kabuldür ki her şey zıddıyla daha anlamlıdır…

Bu iki kesimin tarihe böyle parçacı bakmalarının temelinde ideolojik görüşlerinin etkisi olduğu açıktır. Her iki kesim de ideolojilerinin temeline milleti değil, İslamcılık iddiasında olanlar ümmeti, sosyalistler ise sınıfı koyar. Ümmeti esas alanlar; millet ve ümmet gibi birbirinden çok farklı iki olguyu birbirinin alternatifi olarak görmekte ısrar ederler. Bunlar için bir insan hem Arap hem Müslüman, hem Fars hem Müslüman, hem Arnavut hem Müslüman olabilir, hiçbir sakınca yoktur ama maazallah hem Türk hem Müslüman deyince soru hazırdır: Önce Müslüman mısın, yoksa Türk mü? Bir insan aynı anda bir milliyete ve bir dine sahip olabilir, biri soy, diğeri kabuldür ve bu iki kavram birbirinin alternatifi olacak şeyler değildir, ama bunu anlatamazsınız. Onlara göre Müslümanlık kendilerinin sanki özel alanıdır ve sizi bu dairenin dışına atmaya kararlıdırlar!

Bunlar, Tanrı’nın takdirinin İslam’ın bin yıldır Türklerin mücadelesiyle varlığını sürdürmesi yönünde tecelli ettiğini görmek istemez, Müslüman olduktan sonra bu din uğruna dökülen Türk kanını ve verilen canları hatırlamaktan hoşlanmaz, İslam uğruna mücadele etmenin yalnızca Türklerin görevi olduğunu düşünür ancak bunu kendilerine bile itiraf edemez, başka Müslüman milletlerden böyle bir mücadele ve fedakârlık beklemezler, onlardan küçücük bir kahramanlık gördüklerinde ise bire bin katarak herkese ilan etmeye ve üzerine destanlar uydurmaya bayılırlar.

Bizim bunlardan beklentimiz konuya bir milliyetçi gibi bakmaları değil, hakkı teslim etmeleri, Mehmet Akif kadar ya da onun gibi İslamcı olabilmeleridir. Mehmet Akif’in Türk’e bakışı son derece normal ve olması gereken bir bakıştır, ancak İslamcılık iddiasındaki pek çok kişi bu noktadan çok çok uzaktadır ve hatta sırf bu yüzden Akif düşmanlığı yaparlar. Onların bir kısmı Türk’ü yok saymakta, bir kısmı küçümsemekte, bir kısmı ise hakarete varan ifadelerle iftira etmektedir. Türkiye’de Akif düşmanlığının önderi Necip Fazıl’dır ve İslamcılık iddiasındaki aydın görünümlü pek çok kişi de onu izler. Türk diye bir ırk yoktur diyen bir sözde bilim adamının halen Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin İslamcı bir üyesi olduğunu da unutmayalım.

Konuya sosyalist dünya görüşüyle yaklaşanlar, yani meseleyi sınıf esasıyla değerlendirenler ise düşündükleri gibi bir sınıf varsa bunun her devir için geçerli olması gerektiği gerçeğini unutmuş gibi davranırlar. Her iki kesimin bir noktada buluşmasının temelinde Türk kavramına yaklaşımlarındaki sakat zihniyetin etkili olduğu açıktır. Bu görüşlerin ikisi de ‘beynelmilelci’dir ve millet gerçeğini kabul etmeye yanaşmaz. Ümmetçiler milleti ümmetin alternatifi gibi görürken, sosyalistler, üst yapı kurumu olarak değerlendirir ve her ikisi de inkâr etmekle yok olmayacağını bilmelerine rağmen millet gerçeğini inkâr yolunu seçer. Bu iki dünya görüşünün de beslenme kaynakları Türk ve yerli değil, yabancı ve dış kaynaklıdır, bunlar, bir türlü ‘millî’ olmayı istememiş, üstelik Türklük aleyhtarı her türlü etkinliğin ya düzenleyicisi ya paydaşı ya da aktif katılımcısı olmuşlardır. Bu yüzden bu görüşler, Türklük için bir tehdittir ve bunların ilk amacı Türklüğü değersizleştirmek, bunun için çaba göstermektir. Bu kesimlerin tarihe böyle bakmalarının temelinde önemli ölçüde etnik mensubiyetlerinin etkili olduğu, konunun gözden uzak tutulmaması gereken esas yönlerinden biridir. Düşüncelerini açık biçimde ifade etme cesareti olmayan bir kısım insanın, sakat düşüncelerini ideoloji zırhına büründürerek sundukları zaman kabul görmeleri daha kolay olmakta ve bu kişiler araştırıldığında meselenin ideolojik değil, önemli ölçüde etnik mensubiyetle ilgili olduğu görülmektedir.

Türk milliyetçiliği düşüncesine sahip olan bilginlerin ve aydınların tarihe bakışı, diğer ideolojik kesimlere göre oldukça sağlıklıdır. Bunlar tarihe bütüncü bir bakış açısıyla yaklaşır ve tarih araştırmalarında buna dikkat ederler. Bilim adamlığı, Türkçülüğünün ve mücadeleci kişiliğinin gölgesinde kaldığı için fazlaca öne çıkamayan H. Nihal Atsız, bu yaklaşımın en önde gelen ismidir. Hatta asistan olduğu üniversiteden atılma sebebi de Türk tarihine bakış meselesidir. Atsız Bey’in hocası büyük tarihçimiz Prof. Dr. Zeki Velidi Togan, Ankara’da toplanan ilk tarih kongresinde Atatürk’ün ve çevresindeki tarihçilerin Anadolu’da Türklerden önce yaşamış olan kavimlerin de Türk olduğunu esas alan tarih görüşüne karşı çıkmış, öğrencisi Atsız Bey birkaç arkadaşıyla birlikte kongreye hocasını destekler içerikte bir telgraf çekmiş ve bunun sonucu olarak da üniversitedeki görevine son verilmiş, Zeki Velidi Togan ise ülkeyi terk etmek durumunda kalmıştır. Burada İstanbul’dan ayrılmadan önce Z. Velidi Togan ile Fuat Köprülü’nün Ankara’nın tarih görüşüne karşı çıkma konusunda anlaştıklarını, Ankara’daki havayı görünce Köprülü’nün Z. Velidi Togan’ı yalnız bıraktığını da hatırlayalım.

Türk milliyetçisi tarih bilginleri, Türk tarihine bütüncü bakış açısıyla yaklaşır ve bu doğrultuda çalışmalar ortaya koyarlar. Bu çalışmalardan beslenen aydınların bakış açısı da doğal olarak bütüncüdür. Bunlar Türk tarihini dine, mezhebe, boy mensubiyetine ya da ideolojiye göre ayırmaz, tarihle ilgili konuları din mensubiyetine göre ya da sınıfçı anlayışa göre değerlendirmezler. Bu bilginler, dinin, mezhebin ya da ideolojinin tarihçilikle ilgisinin olmadığını, bunların ilgi alanlarının farklı olduğunu bilir ve bilim adamlığı haysiyetinin gerektirdiği biçimde çalışırlar. Bütün Türk tarihini bir zincirin halkaları gibi değerlendiren milliyetçi aydınlarla gençlerin konuyla ilgili eksik yönleri ise tarihin ihtişamlı dönemlerine daha fazla ilgi göstermeleri, bu dönemlerin romantizmine kendilerini fazlaca kaptırmaları ve dolayısıyla zaman zaman gerçeklerden uzaklaşmaları, bazan bu dönemleri olduğundan fazla abartarak gerçekleri kaybetmeleri, çöküş ve yıkılış dönemleriyle çok ilgilenmemeleridir. Kahramanlık dönemlerini olduğundan fazla yüceltmenin, sürekli bu dönemleri öne çıkarmanın bir sonucu, genç kuşaklar üzerinde işe yaramazlık duygusu uyandırma ve “bizden bir şey olmaz” düşüncesini doğurma sakıncasıdır. Bu bakımdan ölçü iyi ayarlanmalı, abartmalardan kaçınılmalı, insanlara, özellikle gençlere gerçek tarih bilgisi verilmelidir.

Bu sayılan üç görüşün yanına dördüncü olarak ekleyebileceğimiz bir görüş de “Anadoluculuk” olarak adlandırılan düşüncedir. Bu düşüncenin milliyetçiler içerisinde de sosyalistler içerisinde de yandaşları olmuş, ancak milliyetçiler Anadolu’daki Türk varlığını esas alırken sosyalistler Anadolu’nun eski medeniyetlerini temel almışlardır. Milliyetçi Anadolucular, İslamcı olarak addedilenler ile milliyetçiler arasında bir yerdedirler. Bunlar, Anadolu’ya özel bir önem atfederler ve Anadolu dışındaki Türklüğü milliyetçiler kadar önemsemezler. Bu düşüncenin önderi büyük şairimiz Yahya Kemal Beyatlı’dır. Coğrafya insanlar için de toplumlar ve milletler için de elbette çok önemlidir, ancak aynı dili konuşan, aynı temel değerlere sahip insanlardan oluşan bir milleti coğrafya ile ayrıştırmanın sanırım millete çok yararı olmayacaktır.

Milliyetçiliğin iki önemli beslenme kaynağından biri dil, diğeri ise tarihtir. Tarihi yalnızca zaferler kaynağı olarak görmek, onlarla övünmeyi alışkanlık haline getirip asıl önemli olan bilgi ve ibret kısmını ihmal etmek bizi gerçeklerden uzaklaştıracak, tarihi genel kitle için bir ibret alanı olmaktan çıkaracak, kuru bir övünme ya da ideoloji yarıştırma alanı durumuna getirecektir. Onlarca devlet kurmakla övünürken, bu devletlerin pek çoğunun yaşatılamayıp yıkılmasının da içeride yapılan yanlışların sonunda gerçekleştiğini düşünmemek, bunlar üzerinde zihin yormamak ve bu durumlardan dersler çıkarıp geleceğe yönelik tedbirler geliştirmemek, eğitim kurumlarında genç beyinlere bunları yerleştirmemek millete yarar değil zarar getirecek bir durumdur. Yani ihtiyacımız olan şey, şartlandırmayı değil; sürekliliği, öğretmeyi ve düşündürmeyi esas alan bir tarih eğitimidir.

Yazarın ve millidevletgazetesi.net internet sitesinin bilgisi dahilinde yayınlanmıştır.

YORUM EKLE