Beyaz Türkler, Siyah Türkler Yok Ama Ak Budun, Kara Budun Gerçeği Var

O da nedir: Ezenler ile Ezilenler.  Hani Abdürrahim Karakoç’un KAN YAZISI kitabındaki meşhur dörtlüğünün “Bu düzen değişsin diyorlar amma / Düzülen değişsin diyemiyorlar” mısraındaki durum. Yani ikinciller, yani ezilen, üzülen, büzülenler.. Hatta Üstat, BU DÜZEN şiirinde;

“Zor kullanır, aka kara dedirir;

 Kurbağaya kuş tutturur bu düzen.

 Namussuza ballı kaymak yedirir;

 Namusluya taş yutturur bu düzen.” der ve illüzyona işaret eder.

Osmanlı’da bu ayrım Askerî (yönetenler) & Reayâ (yönetilenler) şeklindeydi. Anadolu’ya asıl mührü vuran Selçuklularda ise Ortaasya geleneğinde olduğu gibi Ak budun & Kara budun. Eski Türklerde boy’a ‘bod’ denirdi; bodun/budun da boylar birliği/birlikteliği, günümüze göre halk/millet. Yalnız bu ikilem sınıfsal değil daha çok durumsaldır. Yani gruplar arasında geçiş söz konusudur: Devleti kuran Türkmen tayfasının sonradan Devlet-lû olan zümre karşısında gitgide Kara budun’a konuşlandı(rıl)ğı çok görülmüştür. Dünün ezilenleri’nin bugünün ezenleri olması gibi..

Daha da sadeleştirirsek Mevlâna nam Celâleddin Rumî (bana göre Konyalı Şeyh Celalettin) Ak budundan, Derviş Yunus Kara budundan. Adı Selçuklu olmuş - İlhanlı olmuş, Türk’müş - Moğol’muş farketmez; iktidardan ve güçten yana olanlar Ak, horlanan - dışlanan ve vergilerle terbiye edilenler Kara. Hatta Altay Türkleri vergiyi ‘kara alman’ olarak nitelemişlerdir (Bkz. İhsan Toker- Renk Simgeciliği ve Din).

Mesele ballı kaymak yalayanlarla taş yutanların kavgasıdır aslında. İtibar ve ihtişamcılarla garibanların ve yas tutanların paylaşım mücadelesidir. Müslüm Baba’nın “Ezelden ebede giden” diye ünlediği ‘derin’ bir ‘mesele’dir. Yunus’un saraylı müritleriyle ve sema meclisleriyle meşhur Mevlâna karşısında eşitlikten ve özgürlükten yani halktan ve Haktan yana olması; Kara budun safında durmasıdır. Daha da derinlik dileyenler İlem Blog’ta Yunus Emre üzerine Kenan Göçer’le yapılan söyleşiye dikkat kesilsinler.

Kara deniz’in, An-kara’nın âsi çocuğu Nihat Genç’e YARIN Dergisi’nden soruyorlar, “Türkiye'nin soğuk savaşında kurbanların karabudun olmasının diyalektiği nedir? Ak budun yaşam arzusu, Kara budun ise düğüne gider gibi ölüme gitmek mi?” diye; o da derdimizi tarihimizle birlikte bir solukta özetliyor:

“Karabudun; diyelim asırlar boyu isyan etti, ayaklandı. Ya da Osmanlı iktidarına asker verdi. Karabudun kalabalıktı, gençti, öfkeliydi, atları ve okları vardı. Ama son iki yüzyıldır; atların ve okların yerine yazarları matbuat geçmeliydi, olmadı. Karabudun bir nevi intikam alır gibi çakallaştı. Ağanın, beyin köpeği, mafyanın tetikçisi oldu. İktidarların bekçisi oldu. İdeolojik hareketlerin kitlesi oldu. Karabudun yüzyıllardır sahipsizliğe dayanamadı. Bu halkın bozulması demek. Artık kaynaşan, kıvıllaşan, can havliyle ona buna saldıran kalabalıktan söz edebiliriz. Haklı demek çok zor. Sağ iktidar elli yıldır karabudunla ayakta; onu cahil tutarak. Artık karabudun demiyoruz, ‘çakal kültürü’ diyelim. Yine fedakâr, sadık ama hepsi geçimini sağlamak için artık ağanın, beyin eşkıyalığını yapıyor. Hatta en acı şey karabudunun kendi yetiştirdiği evlâtları, yazarları; ağaya, paşaya kapıkulu olmuş durumda.”

Evet, “Yakarsa Dünyayı Garibanlar Yakar!” (Ali Tekintüre); evet, “Karabudunun öfkesi sabrından daha büyüktür!” (Yusuf Yavuz) amma düzülenin olmadığı bir düzen kuramadığımız müddetçe aklığa sınıf atlayanlara karşı karalar bağlamaya daha çok devam ederiz.

YORUM EKLE