ZÂT-I ÂLÎ'LERİNE

Türk Eğitim-Sen ile Eğitim-Bir-Sen arasındaki "Başörtüsü" tartışmasına,Türk eğitim Sen Ordu Şube Sereteri Ünsal Erkan da katıldı.....

ZÂT-I ÂLÎ'LERİNE
  
            Değerler Siyaseti
 
Yıllardır kabak tadı veren ve üzerinde siyaset üretilen bir konudur, başörtüsü. Konu, “sorun” olarak karşımıza çıktığı günden itibaren Türk siyasî hayatında siyasî propagandanın en önemli ve etkili malzemesi halini almıştır. Dikkatinizi çekmek istiyorum, “siyasî propagandanın” tabirini kullandım, siyasetle ilişkilendirilmiş bir hâli ifade etmek için.
Bu “zorla yaratılan” sorun, Türk siyasî hayatında partilerin en önemli seçim malzemesi olarak kullanılmıştır. Seçim malzemesi tabirini ifade ederken de kesinlikle tek yönlü olarak bir siyasî hareketi kastetmiyorum. Kastettiğim, her iki yönden olmak üzere “karşıtlar” ve “taraftarlar” ın kendi bakış açılarından seçmenlerine yönelik bu başörtüsü meselesini bir oy alma yarışına dönüştürmüş olmalarıdır.
 
Karşıtlar grubunun karşıtlığının temel tezi, başörtüsü üzerinden ülkede “gericiliğin” bizim yaşam biçimimizi değiştireceği, insanlara tek tip bir inanç ve yaşam tarzının dayatılacağı yönünde cereyan etmekte ve bu tezin mümessilleri bir korku olgusu üzerinden siyasî varlığını sürdürerek bu tür kaygıları bulunan insanlardan oy devşirmeye, nemalanmaya gayret etmektedir. Bu tezin yıllar içerisinde ülkeye ve topluma neler kaybettirdiği bir türlü görülememektedir. Herkesin bizim istediğimiz standartlarda olmasını ve yaşam biçimini buna göre belirlemesini istemek ahmaklığı yıllar içinden gelen bir “Jakoben” anlayışın ürünüdür. Televizyon ekranlarında, bundan yıllar önce, adının başında “Profesör” sıfatı bulunan bir şahsın, başörtüsü kullanan insanlarımızı aşağılayan bir tavırla “Bunların sadece başı değil, beyinleri de örtülü.” gibi bir ifade kullanması beni insanlığımdan utandırmıştı. Daha kötü ifadeleri de o programda söylemişti bu şahıs ama onları burada söylemenin soruna bir yararı olduğu kanaatinde değilim. Bir inat siyaseti üzerinden belirli bir grubun oyunu sürekli olarak almayı istemek, karşıtlığını yaptıkları olgunun daha da büyümesine vesile olduğunu görememek, ne ile izah edilir, bilemiyorum.
 
Gelelim taraftarlar grubunun haline…
Başörtüsü taraftarlığı, en temel insanî ihtiyacın ve kişinin özgür iradesinin edepsizce sergilenen davranışlar silsilesi karşısında takındığı tepkisel bir sonuç olarak karşımıza gelmiştir. Bu tepkisel olguyu kendisini “İslâmcı” sıfatıyla etiketlemiş bir grubun sahiplenmiş olması ve alabildiğine her platformda kullanması, başörtüsünü siyasetinin temel malzemesi yapması, sorun olarak addedilen başörtüsünün katmerli bir kör düğüme dönüşmesine yol açmıştır. Yıllar süren süreç içinde “Tatlı mı olacak, kanlı mı olacak?...” “Rektörler başörtülü kızlarımıza selam duracak.” “Bize oy vermeyenler patates dinindendir.” gibi kastı aşan, haddi aşan, inançlarımıza uymayan ve başörtüsü karşıtlarını daha da “korku” tüneline sokan söylemler ikili bir inatlaşmanın Türk siyasetinde filizlenmesini, toplum içerisinde ikili bir kamplaşmanın ortaya çıkmasını getirmiştir.
 
Artık her iki tarafın da bu sorundan nemalanma ve siyaset üretme isteğine bir son vermesi gerekmektedir. Sağ ve sol denklemi içerisinde bu sorun dolayısıyla kendisini konuşlandıran toplum ikili bir ayrışmanın içine itilmiş, bir tenis maçı seyreder gibi, bir karşıtların, bir taraftarların topa vuruşunu seyreder duruma düşmüştür. Bu, kazanılacak veya kaybedilecek bir maç değildir. Bunu kabul etmek ve görmek zorundayız. Her iki taraf da hatalarını ve sevaplarını bir çetele halinde tutmalı ve toplumun inanç ve anlayışlarını kullanarak siyaset üretmekten vazgeçmelidir. Taraftar grubunun başörtüsü sorununu on yıl boyunca nutuk atarak, şiir okuyarak, karşıtlara çatarak, gündemde tutma isteği, sadece ve sadece bu sorunu kendi iktidarlarının devamı için kullandıklarının tescilidir. Bu mesele tam kökünden kanunî düzenlemeler yapılarak ortadan kaldırılmalıdır. Ancak bunun için de gerçekten sorunun çözülmesini istemek gerekmektedir. Sorunun çözülmesini istemeyen sağ ve sol denklemin mümessillerinin amacı bu oy kazandıran “sorunu” alabildiğine yeniden kullanabilmektir. Seçimin yaklaştığı, Anayasa değişiklikleriyle Memur tanımının değiştirilmek istendiği, “Yetkili” ama etkisiz sendikanın üyelerini kaybetmeye başladığı şu günlerde konunun tekrar alevlendirilmesinin asıl sebebi budur kanaatimizce.
 
İnsan hak ve özgürlüklerinin ve inançlarının, her iki yönde de, siyasetin propaganda aracı olarak kullanılmasının ahlakî bir tavır olmadığını görmek zorundayız artık. Bu sorunun siyasetin alanından çekilebilmesi için de niyetimizin iyi olması şartı vardır. Niyetiniz iyi değilse elbette bu malzemeyi siyaset arenasında tutmaktan başka çareniz de yoktur. Kısacası, biri solundan diğeri sağından başörtüsünü tutmuş yıllardır çekiştirip duruyor. Bu iki taraflı çekiştirme siyaseti gerginliği de beraberinde getirerek siyasî iktidarları belirliyor. Sizler oy alacaksınız diye, iktidar olacaksınız diye gerginlik üretmeye ve toplumu kamplaştırmaya hakkınız yoktur. Bu ülkenin yığınla sorunları katlanarak büyürken uğraştığınız ve kavga ettiğiniz şeylere bakın…
 
Değerler üzerinden siyaset yapma alışkanlığımızdan vazgeçmek mecburiyetindeyiz. Bu ülkede değerler tüccarları türemiştir ve yıllardır da bu değerler üzerinden nemalanmaktadırlar. Ülkemde laiklik tüccarları vardır, Atatürk tüccarları vardır, din tüccarları vardır, milliyetçilik tüccarları vardır. Hangi dinden, hangi mezhepten, hangi felsefeden, hangi dünya görüşünden olursanız olun “değerler” ticareti yapan siyaseti ve siyasetçileri ayıklamak ve kapıyı göstermek zorundayız. İçimizdeki tüccarların değerlerimizi sömürmesine izin vermemeli, siyaseti olması gereken mecrasına çekmeliyiz. Çünkü değerler üzerinden yapılan siyaset sahip çıktığımız değerleri yıpratmaktan başka bir işe yaramamaktadır.
 
***
 
Dogmatik Gettolar
 
En zorlu hapishane insanın kendi kafasının içine kurduğu hapishanedir.” diyor Şeyh Bedrettin.
 
Evrensel insani değerlerin koca bir hiç mesabesine indiği bir dönemi yaşıyoruz. Kendisini, çevresini, bağlı olduklarını, hiç bağlanmadıklarını sorgulamayan bir insan nesliyle karşı karşıya oluşumuz, değerlerin çöküşünün en bariz göstergesidir. Zihnimizi ve vicdanımızı hapsettiğimiz “Toplumsal Gettolar” bir yana bırakılacak olursa asıl sıkıntımızın dimağımıza prangalar vuran “Dogmatik Gettolar” olduğunu söyleyebiliriz. Sorgulanmaya tahammül edemeyenlerin aslında gerçeğin aydınlığından ürktüğünü görebilmek için büyük bir düşünür olmaya gerek yoktur.
 
İslâm’ın mütevazı bahçesinde kurdukları gecekondulara plaza tapusu alanların çerden çöpten atıklar ile bu bahçenin verimli ve temiz toprağını kurutmaya, kirletmeye hakları yoktur. Hakları olmadığı gibi hadlerinin de olmaması gerekir. Haksızlığa, hukuksuzluğa, hırsızlığa, edepsizliğe meşruiyet kazandırmak için gözlerimizi sımsıkı yummak acaba hangi ruh haliyle izah edilebilecek bir rahatsızlıktır? “Acaba” kelimesini dahi telaffuz etmekten çekinen bir dil Hakk’ın yerine neyi ikame ettiğinin farkında mıdır?
 
Kafanızın içinde kurduğunuz hapishanede müebbete mahkûm ettiğiniz vicdanınızı kurtarmanız için “eleştiri” eğesini sizlere armağan edenlere teşekkür edeceğinize buğz etmeniz, hakikatin güneşine gözlerinizi kapamanızdan başka bir şey değildir. Allah’a kul olanın günahı, kula kul olanın imanından üstün değil midir ey şaşkınlar güruhu? …
 
***
 
İktidarın Kuyruğuna Teneke Olmak
 
Yalanlar üzerine kurulmuş bir sendikacılık anlayışı almış başını gidiyor. Malum sahte sendikanın on yıl boyunca memurlar lehine yaptığı bir tek uygulama göremezsiniz. İktidarın kuyruğuna bağlanmış teneke gibiler. İktidar yürüdükçe bunlar da ardı sıra tangur tungur gidiyorlar. İktidar sus deyince susuyor, konuş deyince vaveylayla bağırıyorlar.
 
Artık çok açık bir şekilde görülmektedir ki; AKP hükümeti 657 Sayılı Devlet memurları kanununu ve Anayasanın 128. Maddesini değiştirerek memurların iş güvencesini kaldırmayı düşünmektedir. Bu düşüncelerini gerçekleştirebilmek için de kamuoyunu hazırlama çalışmaları yapılmıştır:
 
İlk çalışma şu anki yetkili sendikanın eski genel başkanı kullanılarak hayata geçirilmişti. Daha 2003 yılında, bugün hayata geçirilmeye çalışılan ve devlet memurluğu güvencesini kaldıracak olan uygulama MEMUR-SEN tarafından hükümete önerilmişti. Memur-Sen eski genel başkanı Ahmet Aksu'nun, 2003 yılında “Ufuk Dergisi”nde yayımlanan bir yazısında “Ülke şartları göz önüne alınmalı, devlet memurluğu güvencesi kaldırılmalı” demişti. Memur Sen’den gelen öneri ciddiye alınmış olmalı ki, hükümet de “iş güvencesini kaldırılacak” çalışmalara başladı.
 
Bunun yanında Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik, 657 Sayılı DMK’nın artık köhneleştiği ve yeni bir kanun hazırlanması gerektiği yönündeki açıklamaları; hükümet yetkililerinin, “İşçi – memur ayrımını kaldıralım, ‘Çalışan’ adı altında farklılıkları giderelim.” söylemleri; “Ömür boyu iş garantisi olmaz, çalışanla çalışmayan aynı ücreti alamaz.” ifadeleri; memurların az çalıştıkları fakat çok ücret aldıkları, ülkemizde memur sayısının çok fazla olduğu propagandaları hem memuru toplum nezdinde itibarsızlaştırmayı içermekte hem de asıl maksatlarının ne olduğunu açık etmektedir.
 
 Bu itibarla, görülmektedir ki asıl tehlike gözlerden kaçırılmaya çalışılmakta, bu tehlikenin üstü on yıldır kullandıkları, nemalandıkları, sorun haline getirdikleri ‘Başörtüsü’ ile örtülmek, kapatılmak istenmektedir. On yıldır devletin tüm imkanlarını ellerinde bulunduranların, bu imkanları tepe tepe kullananların; kendileri için, bürokratları için bir gecede kanun değiştirip yapanların bu ‘sorunu’ neden kanuni düzenlemelerle çözmediklerinin hesabını Türk Eğitim-Sen’e çatarak Türk Eğitim-Sen’den sormaya kalkmaları  olsa olsa densizliğin dik alasıdır.
 
Bizler ve tüm kamuoyu biliyor ki, kendilerine göre altın yumurtlayan tavuk olan ‘Başörtüsü’ sorununu çözmek bindikleri dalı kesmekle eş değer görülmektedir bu zihniyet için. Çünkü nemalanacakları başka argümanları bulunmamaktadır. Çünkü istismar edecekleri başka değer kalmamıştır. Tek dertleri devletlü hükümetimize ileri karakol vazifesi ifa etmek olan bu zihniyet, aldıkları emir doğrultusunda zaten şu an hazırlıkları yapılan “Memura kıyafet serbestîsi” çalışmasının ön provasını dostlar alışverişte görsün kabilinden icra eylemeye niyetlenmişlerdir. Bu niyetlerini de hayata geçirirken bir yandan da Türk Eğitim-Sen’i akıllarınca sıkıştırmaya çalışmaktadırlar.
 
Bu şark kurnazları şunu iyi bilmelidirler ki;
Karanlık geceleri ben uykusuz geçirirken, sen sabaha kadar uyuyordun. Ondan sonra da bana yetişmek istiyorsun.” (Zemahşerî)  Bana yetişebilmek için samimiyet köprüsünü geçebilmen, samimiyet köprüsünü geçebilmek için de edeb libasını kuşanabilmen gerekir.
 
            Çaresizliğin edepsizliği sökün ettirdiği cümlelerle refiki olan sendikanın genel başkanına “öküze kaftan” giydirme benzetmesi yapabilmek arsızlığını gösterenlerin bir sonraki açıklamalarında edepten, seviyeden, nezaketten bahsetmesi tam anlamıyla ruhlarının, vicdanlarının ve de çırılçıplak bıraktıkları hayalarının afişe olmasından başka bir şey değildir.
 
            “Kurbağayı koltuğa oturtsan, o yine çamura atlar.” diyor Arthur Miller… Ne kadar yetki bizde, yetkiliyiz, her istediğimizi hükümetimize yaptırtıyoruz deseniz de alışkanlıklarınızdan vazgeçemiyorsunuz; yine yapmadıklarınızın, yapamadıklarınızın kabahatini başkalarında arayarak sağa sola çamur atmaya, suçlamaya yelteniyorsunuz.
 
            Karşıtlarınızın sizin canını sıktığını düşündüğünüz de “Sadece karşıtları can sıkıcı olmayı sürdürdükleri için, arada bir, bir davaya bağlı kalırız.” diyen sizin Nitsche’nizin söylediği gibi; sıkışınca arada bir ‘Başörtüsü’ diye bağırmayı hatırlıyorsunuz, başkalarını da suçlamayı ihmal etmeyerek. Yine sizin Nitsche’nizin dediği gibi: “Birini suçlamak üzere ileri uzattığın elinin üç parmağının seni gösterdiğini unutma!” demek sizin için ne kadar anlamlıdır acaba! …
 
***
 
            Ey bezirgân!
 
Söylediklerine dikkat et; düşüncelere dönüşmesin... Düşüncelerine dikkat et; duygularına dönüşmesin... Duygularına dikkat et; davranışlarına dönüşmesin... Davranışlarına dikkat et; alışkanlıklarına dönüşmesin... Alışkanlıklarına dikkat et; değerlerine dönüşmesin... Değerlerine dikkat et; karakterine dönüşmesin... Karakterine dikkat et; kaderine dönüşmesin...”  diyeceğim ama çok geç kalmışız… Söylediğiniz yalanların, attığınız iftiraların, gösterdiğiniz riyânın kaderiniz olmasını engelleyememişiz, Allah affetsin…
 
Ey bezirgân son söz anlarsan:
 
Nesimî, insanlığa sunduğu aydınlığa karşılık neticede, onu tehdit olarak algılayan içinde bulunduğu inanç grupları tarafından 40'lı yaşlarında ezayla şehit edilenler arasında tarihte yer almıştır. Bununla birlikte, onun gerçeğe olan sevdası ile kaleme aldıkları ve verdiği eserler, okuyarak öğrenen insanların gönlünü yüzyıllardır fethetmeye devam etmektedir.
 
Rivayet edilir ki: Derisinin yüzülmesine fetva veren zamanın mollası, Nesimî'nin bedeni çarmıha gerili iken parmağını sallayarak "Bunun kanı da necistir (pis), uzva (organa) damlasa, o uzvun kesilip atılması gerekir." diyormuş. Tam bu sırada Nesimî'nin yüzülen derisinden bir damla kan mollanın şahadet parmağına sıçramış. Meydanda bulunanlar; "Molla efendi, fetvanıza göre parmağınızın kesilmesi lazım" demiş. Molla efendinin, "Gerekmez, biraz suyla temizlenir" dediğini duyan Nesimî kanlar içinde, daha önce yazmış olduğu şu beytini okur:
 
            "Zahidin bir parmağın kessen döner Hak'tan kaçar,
            Gör bu gerçek aşıkı ser-pa (baştan ayağa) soyarlar ağrımaz.
"
 
İnsanlık tarihi adam olanlarla, adam olmayanların mücadelesiyle doludur. Nesimî’nin mollasının adı bile yok yukarıdaki hikâyede. Ama Nesimî yüzyıllardır adı anılan, şiirleri okunan büyük bir düşünür ve sanatçı. En doğru hükmü her zaman tarih verir, gelecekte de tarih verecektir.
 
 
 
 
ÜNSAL ERKAN
TÜRK EĞİTİM-SEN
ORDU ŞUBE SEKRETERİ
Güncelleme Tarihi: 09 Aralık 2012, 00:00
YORUM EKLE
SIRADAKİ HABER