Tarih; kime göre, neye göre ? -I

Yazının başında tarihe nasıl bakılması gerektiğini, daha doğru bir deyişle tarihe bakışla ilgili düşündüklerimizi açıklama gereği duyuyorum. Ülkemizde pek çok konuda olduğu gibi tarihe bakış ve onu değerlendirme konusunda da insanlar arasında asgari bir ortaklıktan söz etme imkânı yoktur. Bu durumun sebebi; insanların tarihi bilgiyle değil, ideolojik mensubiyete göre değerlendirmeleri, herkesin kendi ideolojisine göre bir tarih hayal etmesi ve gerçek tarihe değil de bu hayal ettiği tarihe inanması, kendileri gibi düşünmeyenleri de buna inandırmaya çalışmasıdır. Yazılı ve görsel basında pek çok yansımasını gördüğümüz bu sakat tarih anlayışının yansımaları günümüzde gerçek tarihçileri çileden çıkaracak boyutlara ulaşmış, onları umutsuzluğa ve karamsarlığa sevk ederek köşelerine çekilip olup bitenleri çaresizce gözetler duruma getirmiştir. Tarih bize bir yerde ya da devirde bilginin değer görmeyip horlandığında bilginlerin genellikle ortalarda fazla görünmemeyi, hatta oradan uzaklaşıp başka diyarlarda, bilgiye değer verilen coğrafyalarda vatan tutmayı tercih ettiklerini haber veriyor. Çünkü insanları gerçekler değil, ideolojilerinin dayatmaları sonucu oluşan, mensup oldukları siyasi parti ya da cemaatlerin kısa vadeli başarı için oluşturmaya çabaladığı tam anlamıyla ‘yalan söyletilen tarih’in yalanları heyecanlandırmaktadır. Buradaki cemaat kavramından amaç yalnız dinle ilgili topluluklar değil, grup oluşturan bütün yapılar ya da topluluklardır.

Günümüzün yaygın ve çok etkili teknoloji araçları, olmayanları olmuş gibi göstererek tarihe yalan söyletme ve beyinleriyle değil de gözleri ve kulaklarıyla düşünen insanları bunlara inandırma konusunda son derece başarılı olmaktadır. Hele de bu yalanlara inanmaya arzulu, aklıyla değil de hisleriyle davranan kalabalıklar söz konusu ise fazla bir çabaya da gerek kalmamaktadır. Günümüzde herhalde hiç olmadığı kadar yaygınlaşan bir durum; gördükleri ve duyduklarıyla düşünmek, olan biteni görüp duyduklarıyla yetinerek değerlendirmek ve hayatını da buna göre düzenlemektir. İnsanların çok büyük bir kısmı merak ettiklerini okuyup araştırmak veya bilenlere sormak yerine cemaatinin ya da grubunun önderine sormayı, ondan duyduklarını kesin doğru olarak kabul edip ona göre amel etmeyi tercih eder durumdadır. Ülkemizde şu anda televizyon dizileriyle hurafelerin hâkim olduğu bir tarih oluşturulmaya ve bu dizilerle günün siyasi figürlerinin tarihteki bazı kişilerin yeniden can bulmuş ve Tanrı’nın bir lütfu olarak bizi kurtarmak üzere olağanüstü yeteneklerle donatılarak gönderilmiş olduğu algısı beyinlere yerleştirilmeye çalışılıyor. Zaman zaman gazetelere yansıyan haberlerden de bu uydurulan tarihe inanan pek çok insanın olduğu anlaşılıyor. Hâlbuki birey olarak insanı da, bütün olarak toplumu da ancak kendi emeği ve çabası yükseltip yüceltecektir. Din de bunu söyler, akıl da bunu söyler…

Türklerde tarih yazıcılığı, pek çok bilim alanına göre oldukça köklü bir geçmişe sahiptir, ancak buna rağmen uydurulan tarih gerçek tarihin, uydurma tarihçilik de gerçek tarihçiliğin önüne geçebilmektedir. Tarih; yüz yıla yakın bir zamandır üniversitelerimizde bir bilim dalı olarak araştırmaların konusu olmuş, özellikle Cumhuriyet’in ilk yıllarında kurduğu Türk Tarih Kurumu ve pek çok üniversite sayesinde ülkemizde dünya çapında pek çok tarihçi bilim adamı yetişmiş ve bu bilginler Türkiye’yi Türk tarihçiliği araştırmalarının merkezi durumuna getirmişler, gerek siyasi tarih gerek kültür tarihi alanında pek çok eser ortaya koymuşlardır. Bütün bunlar ortada dururken televizyonlar ve başka iletişim araçları marifetiyle gerçekle pek ilgisi olmayan bir tarih oluşturulması ve bu duruma teşne kitlelerin varlığı, bilgi ile ilişkimizi göstermesi bakımından dikkate değer bir durumdur. Bu durum, öncelikle ülkemizdeki eğitimde, özellikle tarih eğitiminde sıkıntılar olduğunun en önemli göstergesidir. Gerçek bir tarih eğitimi, bu aktarılan sorunların belki hepsini değil ama büyük bir kısmını ortadan kaldırabilir.

Soruyu tersten soralım; peki tarih ne değildir?

Öncelikle; tarih, bir tapınma alanı değildir…

İkinci olarak; tarih, ideolojilerimize uygun yalanlar söyleteceğimiz bir alan değildir…

Üçüncü olarak; tarih, yalanlarımıza ispat, yanlışlarımızı doğrulama malzemesi derleme alanı değildir…

Dördüncü olarak; tarih, bir hurafeler alanı değildir…

Beşinci olarak; tarih, kuru övünmeler alanı değildir…

Altıncı olarak; tarih, sövme ve inkâr alanı da değildir…

Peki, tarih nedir?

Tarih, her şeyden önce bir bilgi alanıdır. İnsanoğlunun geçmişinde nelerin olup bittiğinin öğrenilmesi, eski uygarlıkların nasıl doğup nasıl yok olduklarının araştırılması, bu bilgilerin tespit edilip anlaşılır biçimde şimdiye ve geleceğe taşınması tarih bilgininin görevleri arasındadır. Bilgin bu sayılanları yapmaya çalışırken başka pek çok bilim alanında yapılan çalışmalardan da yararlanmak ve onlardan yardım almak durumundadır. Tarih bilgini de diğer bütün bilginler gibi yanılabilir, çalışmaları onu yanlış sonuçlara götürebilir, bu yanlışların doğru olduğunu düşünüp insanlara öyle sunabilir, ancak bütün bunlarda tarihi saptırma ve bilerek tarihe yalan söyletme söz konusu olmadığı sürece bilgin mazurdur. Çünkü her bilim adamının yanılma payı hatta hakkı her zaman vardır, ancak konunun özelliğine göre sosyal bilimcinin ve özellikle tarihçinin yanılma ‘hakkı’ fen ve matematik bilimlerine göre biraz daha çoktur. Eğer bir bilim adamı kasıtlı olarak bulgularını saptırıyor, onlara yalan söyletiyorsa bu kişinin bilim adamı haysiyetinden de, insanlık haysiyetinden de söz edilemez.

Ülkemizde, tuhaf bir biçimde, her ideolojik ya da siyasi kesimin kendine göre bir tarih anlayışı, hatta herkesin kendilerine özel tarihleri var. Tarihi gerçek bilgilere bağlı olarak değil de kendi bakış açısına ve ideolojisine göre yorumlamada bütün kesimler bir yarış içerisinde ve tarihimizin hiçbir dönemi kendini bu durumdan, yani birtakım şeylere malzeme temin eden bir alan olma durumundan kurtaramamıştır.

Kendilerini sosyalist olarak konumlandıran bilim adamları yoğun biçimde Cumhuriyet tarihi üzerinde dururlar, Osmanlı tarihiyle ilgili tercihleri de, tuhaf bir biçimde, gerileme ve çöküş dönemleridir. Bunlar; Eski Çağ Tarihi’ne, Roma ve Bizans Tarihi’ne, Anadolu’daki eski medeniyetlere çok özel ilgi gösterirler, buna bağlı olarak arkeolojiye de bayılırlar. Bir Türk arkeolojisinden söz etmeye kalktığınız zaman adeta cin çarpmışa dönerler. Türkiye’nin hiçbir üniversitesinde Türk arkeolojisi çalışılmaz ve hiçbir üniversitemizde Türk Arkeolojisi Anabilim Dalı kurulamamıştır. Arkeoloji sanki Eski Roma, Eski Yunan, daha doğrusu Türk olmayan eski her şeyi araştırır ama bir Türk arkeolojisinden söz edemezsiniz. Ülkemizde Türk arkeolojisi, sanat tarihi çalışan bilim adamlarına bırakılmıştır. Bu konudaki tavır klasik Batı müziği ile ilgili olanların Türk müziğine karşı tavırlarını hatırlatmaktadır. Hâlbuki Türklerin yaşadığı coğrafyalarda Türk bilginler tarafından yapılacak arkeoloji araştırmalarına ne kadar da çok ihtiyacımız vardır.

Osmanlı’nın kuruluş ve yükseliş dönemleri, Anadolu Beylikleri, Anadolu Selçuklu, Büyük Selçuklu bu bilginleri çok fazla ilgilendirmez. Önceki dönemler ise bunların nazarında hemen bütünüyle yok hükmündedir. Ülkemizde Orta Çağ Tarihi, İslam Tarihi ya da Genel Türk Tarihi çalışan sosyalist bir bilim adamı herhalde yoktur. Bu durumun belki başka sebepleri de ileri sürülebilir, ancak gerçek sebep sosyalist düşünceye sahip bilginlerin adı geçen alanlara ilgi duymaması, daha doğrusu bu alanları sevmemeleridir. Sosyalist tarihçilerin bu durumu, ideoloji ortaklığı dolayısıyla öncelikle aynı düşünceye sahip diğer aydınları etkilemekte, daha sonra da ülkedeki bütün sosyalistleri ve özellikle meraklı gençleri aynı biçimde düşünmeye yönlendirmektedir.

Yazarın ve millidevletgazetesi.net internet sitesinin bilgisi dahilinde yayınlanmıştır.

YORUM EKLE