Temel kavramlarımız ve farklı görüşler

Bir önceki yazıda 20. yüzyıl Türk aydınlanması üzerinde durup, bu konuyla ilgili düşüncelerimizi paylaşacağımızı ve konuyu ilgilenenlerin gündemine taşımaya çalışacağımızı belirtmiştik. Bunun için öncelikle temel bazı kavramlarla ilgili düşüncelerimizi belirtmemiz gerekiyor. Bunların ilki, doğal olarak Türk kavramıdır.

Türk kelimesinin ne anlama geldiği ile ilgili tartışmalar sürüp gitmekte, bu sözün neleri kapsaması ya da neleri dışarıda bırakması gerektiği, kişilerin duruş ve konuya bakış noktalarına, almış oldukları eğitime ve yetişme şartlarına, ideolojilerine, din anlayışlarına, etnik mensubiyetlerine, yaşadıkları coğrafyalara göre değişmektedir. Sosyalist dünya görüşüne sahip birinin Türk kelimesini farklı tanımlayacağı ve bu sözün onun zihninde farklı çağrışımlara yol açacağı gibi, kendisini İslamcı ya da Osmanlıcı olarak tanımlayan birinin, hatta liberalistin ya da kapitalistin bu sözden anlayacağı şey ve bu sözün bütün bu sayılanların zihinlerinde doğuracağı çağrışımlar farklı olacaktır. Mesela Çarlık Rusyası’nın, Türklere yönelik politikalarının oluşmasında görev yapan Türklük Bilimi’nin önemli isimlerinden İlminski ile Bakü Türkoloji Kongresi’ne katıldığı için Stalin tarafından yok edilen Samoyloviç’in Türk’ten anladığı farklı idi. Bunların ikisi de Rus’tur ancak Türk dendiğinde birinin gözünde yok edilmesi gereken bir düşman, diğerinin gözünde ise bir arada yaşanılabilecek dostlar söz konusu idi.

Türk kelimesini ve Türk kavramını konu edinen pek çok eser yazılmış ve bu eserlerde tarihi derinlik ve coğrafi genişlik de göz önüne alınarak etraflı değerlendirmeler yapılmıştır. Merhum Aydın Taneri Hoca’nın Türk Kavramının Gelişmesi adlı eseriyle Macar bilgin Rasonyi’nin yıllar önce Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü tarafından yayınlanan Tarihte Türklük adlı eseri, konuyla ilgili mutlaka okunması gereken iki değerli çalışmadır.

Modern çağda hemen bütün dünya milletlerinin milliyetçilik duygularının temeli dil ve tarih çalışmalarıyla atılmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu kadrosu, uzun yıllar süren bitmez tükenmez savaşlar dolayısıyla yıkık dökük bir vatan devralmanın yanında bir önceki devletimizin aydınlarının ve devlet adamlarının ihmal ettiği, zaman zaman hor gördüğü örselenmiş bir dili de miras olarak almıştı. Milli kültürün taşıyıcısı ve Türk’ün asıl ana yurdu olan Türkçe; medrese ve ulema ile devrin bazı aydınları tarafından değersiz görülmüş ve yazı dili olarak kullanılmamıştı, bu dışlanmışlıktan dolayı yazma eser kütüphanelerimizdeki Arapça ya da Farsça eser sayısı, Türkçe eser sayısından kat kat fazladır.

Türkçe; Türk tasavvufunun kurucusu olan Hoca Ahmet Yesevi’den beri tekkelere sığınarak yaşamış, saz şairlerinin, Alevi-Bektaşi ozanların türkü ve deyişleriyle, çarşının, pazarın ve ev içinin dili olarak arı-duru ırmağında akagelmişti, ayrıca ordumuzun dili de baştan beri Türkçe olmuştur. Bir dilin yaşaması ve gelişmesi için öncelikle ülkede sanatın ve sanatçının dili, okullarda eğitimin dili,  çarşı ve pazarda alışverişin dili, evde anne babanın dili, ibadethanede duanın dili, kışlada komutan ile askerin dili olması gerekir. Türkçeyi bu yönden değerlendirdiğimizde tarihte de günümüzde de bazı ayakların aksadığı görülecektir. Devletimizin kurucu kadrosu, dilin kimlik oluşturmadaki rolünü çok iyi kavramış olduğundan, devletin kuruluş yıllarından itibaren Türkçe ile ilgili pek çok faaliyet yapma gereği duymuş ve bunun için de kurumlar oluşturmuştur.

  1. yüzyıl başlarında dünyadaki Türklük Bilimi çalışmaları Türkiye’de etkisini göstermeye başladı. Osmanlı Devleti’nin yazışma yani devlet dili de, biraz ağdalı olsa da, Türkçe idi, ancak Cumhuriyet’in kurucu kadrosu dil konusunu bir devlet meselesi olarak ele alıp oluşturduğu kurumlar vasıtasıyla ona haysiyet kazandırıp, ilkokuldan üniversiteye bütün eğitim kurumlarının dili konumuna yükseltti. Osmanlı’nın bilhassa son zamanlarında ülkemizin en ücra köşelerinde bile açılmış olan yüzlerce, merhum Necdet Sevinç’in ajan okulları dediği, yabancı dillerle eğitim yapan ve çoğu da yabancı olan okulların büyük bir kısmı kapatıldı ve bu, Lozan Antlaşması’nın bize sağladığı önemli kazançlardan biri idi. Lozan’dan rahatsız olanların rahatsızlıklarının asıl sebeplerinden biri de bu okulların kapatılmış ve Türkçenin eğitime bütünüyle hâkim kılınmış olmasıdır. Bu durum elbette bağımsız bir devlete sahip olmanın ayrıcalığı idi. Ne yazık ki 1950’li yıllardan itibaren bu yabancı dillerle, özellikle İngilizceyle, eğitim yapan okullar yeniden açılmaya başlandı ve yeni bir yabancı okul furyası başlatılarak Türkçeye büyük bir darbe vuruldu.

Türkiye dışında ve değişik devletlerin sınırları içerisinde yaşamak zorunda kalan pek çok Türk halkı ne yazık ki aynı şansa sahip olamadı. Sovyetler Birliği, dili, birleştirmenin değil de ayırmanın aracı olarak kullanma yolunu seçti ve bunda da bir ölçüde başarılı oldu. Her Türk topluluğuna Kiril alfabesi kökenli farklı alfabeler uygulayarak aralarındaki yazı birliğini bozma, anlaşmalarını engelleme, yeni diller oluşturma planıyla yola çıktılar, ancak uyguladıkları bu dil politikasıyla hesap edemedikleri ve beklemedikleri pek çok sonucun ortaya çıkmasına yol açtıklarını da söylemek gerekir.

Cumhuriyetin kurucu kadroları, her şeyiyle yıpranmış ve perişan olmuş bir milleti hayata tutundurmanın ve ona yeni heyecanlar verebilmenin yolunun, tarihin zafer günlerini ve Türklüğün büyük eserlerini eğitimin temeline alarak gençlere öğretmekten geçtiğini kavramış ve buna göre programlar geliştirmiş, bunun için de kurumlar oluşturma yoluna gitmişti. Osmanlı’nın son dönemlerinde aydınlarca dile alınmaya başlanan Türklük, yapılan çalışmalar sonucunda devlet katında kendine şerefli bir yer buldu.

Türk kelimesinin anlamı üzerinde Türkiye’nin aydınları arasında zaman zaman tartışmalar olduğu gibi Türk dünyası aydınları arasında da bir ortaklık olduğu söylenemez. Türk kelimesinin anlamında bir ortaklık olmayınca ister istemez Türk dünyası kavramında da benzer bir zihin karmaşasıyla karşılaşılmaktadır, aynı karmaşa Türk dilinin adlandırılmasında bile yaşanmaktadır.

Sovyet Türkoloji’sinin Türklük Bilimi alanına soktuğu ‘Türk dilleri’ tabirini bir ucundan Marksizm’e bulaşmış kişiler, Türkiye’dekiler de dâhil olmak üzere, ısrarla kullanmakta, bunu meşrulaştırmak için de kendilerine göre birtakım gerekçeler üretmektedirler. Sovyet Türkoloji’sinin etkisinden kurtulamayan ve onun ideolojisini kendi ideolojisi olarak kabul eden bilim adamları ısrarla ‘Türk dilleri’ terimini, burada kullanılan çokluk ekine nasıl bir ideolojik görev yüklendiğinin ayırdında olanlar ise Türk lehçeleri terimini kullanmayı sürdürmektedir. Vaktiyle Astrahan Üniversitesi’nden gelen bir heyet ile görüşmemizde Türk lehçeleri tabirini kullanmamız üzerine üniversite rektörü;

– Siz gerçekten Türk lehçeleri tabirine inanıyor musunuz, demiş ve ben de o anda masamda olan Radlof’un 20. yüzyıl başlarında yayınlanmış olan Türk Lehçeleri Sözlüğü adlı abide eserini göstererek;

-Türklük Bilimi bizden önce sizde gelişen bir bilim dalı idi ve biz pek çok terimi sizden öğrenmiştik, ne oldu ise siz sonradan değiştirme gereği duydunuz, demiştim…

Ne olduğunu aslında ikimiz de çok iyi biliyorduk. Komünizm idaresi, Çarlık Rusyası’nın bir noktaya getirdiği Türkleri etkisizleştirme, Türk sözünü Türkistanlı Türk halklarından silme, her boyu ayrı bir millet durumuna getirme politikasını bir ileri aşamaya taşımış ve bunu da eğitiminin temel amaçlarından biri yapmış, insanlarına da bu bakış açısını kazandırmıştı. Bir süre sonra da iyi niyetli olanlar bile bu tabirleri kullanmakta bir sakınca görmemeye başlamış, bunları kullanmayanları garip karşılar olmuşlardı.

Ruslar, tarih sahnesine çıktıkları 10. yüzyıldan itibaren Türklerle sürekli mücadele etmiş ve bu mücadelenin sonucunda da Türkler aleyhine genişlemiş ve binlerce yıl Türk toprağı olan pek çok ülkeyi işgal edip Slav yurdu yapmıştır. Bu süreçte Hristiyanlaşan Ruslar, geçen uzun zaman içinde pek çok Türk halkını da Hristiyanlaştırmış ve ikinci aşamada da din yoluyla Ruslaştırmıştır. Bu yüzden Ruslar arasında “Hangi Rus’u kazısan altından Tatar çıkar.” diye bir söz meşhur olmuştur. Buradaki Tatar sözünden kasıt Türk’tür. Rusya’da pek çok çalışmanın konusu olan bu mesele halen üzerinde emek harcanan bir konudur. Tam bu noktada tarihteki Türk-Rus mücadelesini konu edinen Akdes Nimet Kurat’ın Karadeniz’in Kuzeyindeki Türk Kavimleri ve Devletleri adlı büyük eserini anmadan geçmek olmaz.

Türk tarihi konusu da yukarıda üzerinde durulan Türk, Türk dili kavramları gibi sınırları tam olarak belirlenmemiş olduğu gibi herkesçe kabul gören bir bakış açısıyla da ele alınmamaktadır. Bu konuda da çeşitli sebeplere bağlı farklı düşünceler görülmektedir. Aynı konuyu tarihçilerin farklı değerlendirmeleri sık karşılaşılan bir durumdur.

Bütün bunlar bize sosyal konularda çeşitli doğrular olabileceğini, başka deyişle bir olgu ya da durumun kişinin durduğu yere ve bakış açısına göre tanımlanabileceğini gösterir. Yani zaman zaman bizim doğrularımız, başkaları için yanlış, başkalarının doğruları ise bizim için yanlış olabilmektedir.

Peki bir Türk milliyetçisi olarak biz, Türklüğü doğrudan ilgilendiren bu konulara nasıl bakmalıyız? Merhum Hacıeminoğlu Hoca, dille ilgili herhangi bir konuyu anlatırken sık sık “Tek tek ağaçları değil, bütün olarak ormanı görmelisiniz ve hükümlerinizi de buna göre vermelisiniz.” derdi.

Türk milliyetçilerinin Türk, Türk dili, Türk tarihi ve Türk dünyası gibi konulardaki bakış açısı da Hacıeminoğlu Hoca’nın belirttiği gibi ‘parçacı değil, bütüncü’ olmak durumundadır. Bir Türk milliyetçisi, Türk’ün bütün kol ve dallarıyla, tarihi ve günüyle bir bütün olduğunu, Türkçenin ve Türk kültürünün yine bütün dönemleri, tarihi ve çağdaş kollarıyla bir bütün olduğunu, Türk tarihinin de aynı şekilde bütün tarihi ve çağdaş Türk coğrafyalarını kapsayacak biçimde ele alınması gerektiğini kabul eder. Yüzyıllar içinde farklı coğrafyalarda farklı dinlerin, mezheplerin, kültürlerin, dillerin etkisinde kalarak değişik özellikler kazanmış olan topluluk ya da kişileri bütünün dışında görmek, milliyetçilik düşüncesinin özüne aykırıdır. Ben Türküm diyen Hristiyan bir Gagauz ya da Çuvaş’a, Musevi bir Karay’a, Budist bir Sarı Uygur’a, Şamanist bir Saha Türküne Türk değilsin deme ve onları bütünün dışında görme kime ne kazandırır ve böyle bir hakkı kim, ne adına kendisinde görebilir! Mesela İran’da yaşayan kalabalık bir Türk nüfus vardır ve bu insanların büyük kısmı kendilerine ‘Azeri’ denmesinden nefret etmekte ve ısrarla ‘Türk’ olduklarını söylemekte, her fırsatta “Haray haray, men Türk’em” diye bağırmaktadırlar. Türkiye’deki bazı insanlar, hatta milliyetçi olduğu iddiasındaki bir kısım insanlar bile bu insanlar için ne anlama geldiği bile belirsiz olan ‘Azeri’ sözünü kullanmaya devam etmektedir. Aynı biçimde Batı Trakya Türklerini Yunan devleti ısrarla ‘Müslüman’ olarak vasıflandırmakta ve ülkemizde de kendilerini İslamcı olarak adlandıran bazı kişiler de onlara Türk sözünü çok görmekte ve bu noktada belki de farkında bile olmadan Yunan siyasetine hizmet etmektedirler.

Bir Türk milliyetçisi; yukarıda belirtilen ya da daha başka farklılıkları öne çıkarmak yerine ortaklıkları öne çıkarıp onları geliştirme ve onlar üzerinde bir uzlaşma sağlamanın yollarını aramakla yükümlüdür. Farklılıkları öne çıkarıp onlar üzerinden ilerlemeye çalışan bir kişinin milliyetçilik adına söyleyeceği hiçbir söz inandırıcı olmaz. Bir Türk milliyetçisini meselelere farklı pencerelerden bakan insanlardan ayıran temel farklılıklardan biri, yukarıdan beri sıralanan kavramlara yüklediği anlamlar ve bu konulara bakış açısıdır. Bir sosyalist, bir komünist, bir kapitalist, bir İslamcı ideolojisinin gereği olarak bu konulara farklı yaklaşır ve bu konularda Türk milliyetçilerinin bu ideolojilerin mensuplarıyla anlaşma imkânı pek yoktur. Bir Türk milliyetçisi, bu ideoloji mensuplarıyla insan olmak bakımından birtakım ortaklıklara sahip olabilir, ancak bunlar dünya görüşleri yönüyle taban tabana zıttırlar.

Bu ‘bütüncü’ bakışla Türk dünyası denildiğinde ne anlamalıyız? Bu sorunun cevabını da daha sonraki yazı ya da yazılarla değerlendirmeye çalışalım…

Yazarın ve millidevletgazetesi.net internet sitesinin bilgisi dahilinde yayınlanmıştır.

YORUM EKLE