Tarih; Bize Göre - I

Tarih; Kime Göre, Neye Göre başlıklı iki yazıda yüz yıldan fazla bir zamandır ülkemizde etkili olan ve halen taraftarları bulunan fikir hareketlerinin tarihle ilgili görüşleri üzerinde kısaca duruldu ve yine kısaca bizim konuya baktığımız noktayla bunlar arasındaki esas ayrımlar ortaya konulmaya çalışıldı. Bu konu üzerinde durulmasının sebebi, belirtilen bakış açılarının grupların temel farklarından birini oluşturduğunun düşünülmesidir. Yazının ikinci bölümünde kısaca Türk milliyetçilerinin tarih görüşüne de değinildi. Bu ve bunu izleyen birkaç yazıda ise Türk tarihinin sürekliliğinden ne anladığımız ve konuyla ilgili temel görüşler ortaya konulmaya çalışılacak, ayrıca bir milletin yaşadığı tarihin, bu tarihte oluşan ilişkilerin, bölünüp birleşmelerin, yurt terk edip yeni yurt tutmaların, bütün bu tarih içinde ortaya konulan uygarlık eserlerinin, bin yıllar içerisinde oluşan hayatı algılama ve yaşama biçiminin onun geleceğinde de çok etkili olacağı gerçeğinden hareketle milliyetçilik iddiasında bulunan kişilere bu tarihin ne gibi sorumluluklar yüklediği değerlendirilmeye çalışılacaktır.

Tarih araştırmaları bize Türklerin çok erken devirlerde boylara ayrılmış bir hayat sürdürdüklerini ve hemen bütün hayatı düzenleyen bir boy teşkilatına sahip olarak yaşadıklarını, Türk tarihinin oluşmasında bu teşkilatlanmanın çok etkili olduğunu göstermektedir. Varlığını ve kuruluş macerasını bildiğimiz bütün Türk devletleri başlangıçta diğerlerine göre daha iyi örgütlenmiş ve dinamik bir boyun çevresindeki diğer boyları hâkimiyeti altına almasıyla işe koyulmuş ve zamanla bu örgütlenme daha da geliştirilip boy teşkilatı devlet teşkilatına dönüştürülmüştür. Bu dönüşme sırasında hâkimiyet altındaki her bir boy kendi içerisinde özgür bırakılmış, ancak devletlerarası ilişkilerde, özellikle savaşlarda hâkim olan boyun etrafında toplanılıp birlikte hareket edilmiştir. Birlikte hareket etme özelliğinin kaybolduğu, zaman zaman hâkimiyet altındaki boylardan birinin tek başına ya da birkaç boyun birleşerek devlete isyan ettiği de sık görülen durumlardandır. Kurucu boyun zayıflaması, devlet yönetiminde sıkıntılar ortaya çıkması, adaletsizlikler yapılması ya da hâkimiyet altındaki herhangi bir boyun kendini güçlü hissetmesi devlete isyanların başlıca sebeplerindendir. Herhangi bir sebeple isyan eden boy başarılı olduğunda devleti yöneten boy değişmiş, yani hanedan değişikliği olmuş ve devlet aynı sistem üzere devam etmiştir. Yönetici kitlenin, yani hanedanın değişmesi devletin değişmesi, yani devleti oluşturan yapının da değişmesi anlamına gelmez. Bu değişmelerde yönetilen kitle ile yaşanılan coğrafya çoğunlukla aynıdır, zaman zaman yeni fetihler dolayısıyla coğrafya değişiklikleri de görülebilir. Olan biteni yeni devletler kurma değil de hanedan değişikliği olarak görmek, Türklerin tarihte yüz küsur devlet, on altı büyük devlet kurduğu biçimindeki yerleşmiş düşüncenin yanlışlığını kabul etmek demektir ve bu, gerçekten de yanlış bir düşüncedir. Aral çevresinde varlığı bilinen Oğuz Yabgu Devleti, Büyük Selçuklu, Anadolu Selçuklu, Beylikler, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin ayrı devletler olduğunu düşünmek için ne gibi bir sebep olabilir? Bunlar Oğuzların kurduğu Batı Türk Devleti’dir ve hanedan ya da yönetim sistemi değişikliğiyle süregelmiş, süregitmektedir.

Boyların bu dinamik yapısının en büyük yararı Türk milletinin bilinen bütün tarih boyunca hiçbir zaman devletsiz kalmamış olması, zararı ise sürekli bir iç mücadele halinde olunmasıdır. İç mücadele zaman zaman hem devlete hem de millete büyük zararlar vermiş, ancak devleti yönetenleri de sürekli tetikte olmak zorunda bırakmıştır. Türk tarihinde görülen iç mücadelelerin bir kısmı da hanedan mensupları arasındaki taht kavgaları biçiminde karşımıza çıkar. Türk devlet anlayışına göre devlet hanedanın ortak malıdır ve her hanedan mensubu devlette hak iddia edebilir, başarılı olursa devleti yönetme hakkına sahip olur, başarısız olursa cezalandırılır ve bu ceza genellikle yay kirişiyle boğularak öldürülme biçiminde uygulanır.

Türk tarihine bütüncü bakmanın birinci önceliği; yönetici kitlenin yani kağan soyunun değişmesini devlet değişikliği olarak görmemek, bu hanedanları Türk devlet zincirinin birer halkası gibi kabul etmektir.

Türk devlet teşkilatının pek çok kurumunun temeli Hunlar tarafından atılmış ve sonraki hanedanlar da bu kurumları zamana göre geliştirerek devam ettirmiştir. Bu kurumların en önemlisi hiç şüphesiz Türk ordusudur. 2018 yılında kuruluşunun 2227. yılını kutlayan kara ordumuz, doğal bir biçimde kuruluş tarihi olarak M.Ö. 209 yılını alır. Bu tarih bizi Büyük Hun, bir başka deyişle Asya Hun devletine yani bugün Mete olarak bilinen Bagator Kagan’a götürür. Dünya ordularında bugün de uygulanmakta olan onlu sistemin başlatıcısı olan Hunlar, yalnızca Türklere değil bütün insanlığa da pek çok şey öğretmiş, insanlığı değişik yönlerden etkilemiş, pek çok kavmin başka kavimlerle karışmasına ve yeni kavimlerin oluşmasına sebep olmuştur. Asya bozkırlarından Avrupa içlerine kadar giden ve Macaristan bozkırları merkez olmak üzere Avrupa Hun Devleti’ni kuran Hunlar, bütün Asya ile Avrupa’yı etkilemiş ve Avrupa’nın bugünkü etnik yapısı büyük ölçüde Hun akınlarının etkisiyle oluşmuştur. Avrupalıların Macarları halen tam olarak benimsememelerinin, onları iyi Hristiyan olarak görmemelerinin ve hatta onlara hep ikinci sınıf muamelesi yapmalarının temelinde de Macarların Hun etnik kökeni vardır. Macarlar içinde bugün de kendi soylarını özellikle Kumanlara bağlayan ciddi bir kitlenin varlığından söz edebiliriz.

Asya bozkırlarında Hunlardan önce de elbette Türkler vardı, hatta Dünya’nın farklı yerlerindeki birtakım izler, özellikle yer adları Türk varlığından bizleri haberdar eder. Bunun güzel örneklerinden biri Mardin ilimize bağlı Savur ilçesi ile Adıyaman ilinin Besni ilçesine bağlı Suvarlı kasabasının adlarıdır. Bu iki yer adı bizi doğrudan çeşitli kaynaklarda Subar, Sabir, Sibir, Suvar biçimleriyle karşımıza çıkan Türk boy adına götürmektedir. Bu kelime bütün Türklüğün el kitaplarından biri olan Kâşgarlı Mahmut’un Divanu Lügati’t-Türk adlı muhteşem eserinde “Suvar” biçimiyle kayıtlıdır ve kelimeye Kâşgarlı tarafından “Bir Türk boyunun adı” biçiminde anlam verilmiştir. “Sibirlerin ülkesi” anlamındaki Sibirya kelimesinin “Sibir” kısmının da aslı olan bu sözün Anadolu’da iki yer adında karşımıza çıkması, Anadolu’daki Oğuz öncesi Türk varlığının hatıralarını bize ulaştıran iki kutlu armağandır. Yine Hakkâri ili sınırlarında yapılan arkeolojik kazılarda ortaya çıkan ve M.Ö. 2000’li yıllara tarihlenen buluntuların Asya’daki arkeolojik buluntularla olan benzerlikleri de ehline pek çok şey söyler. İnsanoğluna yazı yazmayı öğreten Sümerlerin dilindeki Türkçe kelimeler, Türk’ün ve Türkçenin yeryüzündeki varlığını M.Ö. 3500 yılına kadar götürür. Sümerlerin Mezopotamya coğrafyasında yaşadıklarını biliyoruz, ancak dillerinde karşılaşılan Türkçe kelimeleri hangi coğrafyada ve hangi şartlarda aldıklarını bilmiyoruz. Bu durumun ortaya çıkması için iki ihtimal söz konusudur; birincisi Sümerlerin Asya’nın bir yerinde Türklerle komşu ya da iç içe yaşamış ve daha sonra Mezopotamya’ya gelmiş olmaları, ya da Türklerin Mezopotamya çevresinde bir yerde yaşayıp Sümerlerle ilişkide bulunmuş olmaları.

Türk eski çağına ait önemli medeniyet eserlerinden biri insanoğlunun dokuduğu ilk halı olarak kabul edilen ve Pazırık kurganında bulunan halıdır. M.Ö. 5-3. yüzyıla tarihlenen bu halı, Altaylardaki Pazırık kurganlarında 1947-49 yıllarında yapılan araştırmalarda bulunmuştur. Çağına göre oldukça ileri bir teknikle dokunduğu uzmanlarınca belirtilen bu halı, bugün Petersburg’ta başka pek çok Türk eserinin de bulunduğu Ermitaj Müzesi’nde korunmaktadır. Pazırık halısının Hunlara ait olduğu konusunda pek çok bilgin hemfikirdir.

Türk uygarlığının eski çağlarından söz ederken tesadüf eseri olarak bulunan Altın Elbiseli Adam elbette hatırlanmalıdır. Bu eserin bulunduğu yer, Almatı’ya 50 km uzaklıkta ve Tanrı Dağları’nın eteklerinde Esik adlı bir kasabadır. Anlatılanlara göre kasabaya gar yapmak için küçük bir tepecik düzeltilirken iş makinasının bıçağı boşluğa düşer ve o boşlukta birtakım eşyalar bulunur. Bu eşyalar içinde adı geçen heykelle birlikte başka eserler de vardır, ancak bu eserler içerisinde biri var ki belki uygarlık tarihimiz için en az heykel kadar değerlidir. Bu eşya, üzerinde 26 harfle yazılmış bir cümlenin bulunduğu gümüş bir kâsedir. Türk yazı dilinin tarihini Orhun Anıtları’ndan 1300 yıl daha geriye götüren ve yazı dilimizin başlangıcını M.Ö. 500. yıla ulaştıran bu yazılı kâsede kullanılan harflerin, Orhun’da kullanılan yazı sisteminin ilkel biçimleri olduğu kabul edilmektedir. Uzmanlar, hem Altın Elbiseli Adam heykelinde hem de Pazırık halısında çok ince bir işçilik olduğunu ve bu eserlerin ortaya konulduğu çağa göre son derece ileri bir teknolojiyle üretildiklerini belirtirler. Bilim adamları, Pazırık halısının Hunlara, Esik’te çıkan eşyaların ise Sakalara ait olduğunu kabul etmektedir.

Türkler, bu eşyalarla yaşadıkları coğrafyaya kendi elleriyle izlerini bırakmışlardır. Belki de çok daha eski tarihlere ait başka izler de toprak altında gün yüzüne çıkarılmayı bekliyor, zaman elbette Türk uygarlığına dair yeni buluntuları önümüze getirecek ve hem siyasi tarihimiz, hem de uygarlık tarihimiz yeniden yazılacaktır, çünkü Türk coğrafyası henüz yeterince ve gerektiği gibi araştırılmadı.

Somut kültür malzemeleri yanında sözlü gelenekle çağları aşıp gelen destanlarımız da elbette bize pek çok şeyler söylemektedir. Mesela Ergenekon Destanı’nı okurken anlatılan hikâyenin heyecanına kapılıp Türklerin çok eski devirlerde kömürü yakıp demiri eritecek bir teknolojiye ve bilgi birikimine sahip olduğu gerçeğini çoğunlukla göz ardı ediyoruz.

Türk tarihinin aydınlatılmasında Çin kaynaklarındaki kayıtlar bize son derece değerli bilgiler aktarmaktadır. Bu kayıtlar içerisinde yer alan bir Hun türküsü oldukça ilgi çekicidir. M.Ö. 119 yılında bir bozgun sonucunda bir kısım topraklarını kaybeden Hunlar şöyle bir ağıt yakmışlar:

Yen-çi-şan dağını kaybettik,

Kadınlarımızın güzelliğini elimizden aldılar.

Si-lan-şan yaylalarını kaybettik,

Hayvanlarımızı çoğaltacak araçları elimizden aldılar…

Bu dörtlüğün asıl biçimi bize ulaşamamış, Çinliler tercümesini kaydetmişler, bu da Çinceden Türkiye Türkçesine aktarılmış biçimidir.

Bunlardan söz ederken merhum Bahattin Ögel hocayı ve onun 9 ciltlik Türk Kültür Tarihine Giriş adlı anıt eseri ile Türk Devlet Geleneği adlı değerli eserini anmadan geçmek büyük bir vefasızlık olur.

Bugünkü bilgilerimize göre uygarlık tarihimizin ilkleri olarak kabul edilen birtakım eserlerden söz ettik. Bunları anmamızın sebebi, tarihi yalnız siyasi tarihten ibaret olarak düşünmememizdir. Eğer tarihe bütüncü bakılacaksa bu bakışın bir yönü siyasi tarih ise, diğer yönü de milletin tarih içerisinde ortaya koyduğu uygarlık eserleri yani kültür tarihi olmalıdır.

Bize Göre başlığıyla sürdürme isteğindeyiz…

Yazarın ve millidevletgazetesi.net internet sitesinin bilgisi dahilinde yayınlanmıştır.

YORUM EKLE