"Devletin başı", yakın çalışma arkadaşlarının "Yüce Divan"da "aklanması"nı tüm gücünü ve itibarını kullanarak önlemek ile, AKP'nin "imajı"nın daha da
"kararması"na yol açtı. "276'yı bulamadılar ya" gibisinden aritmetik üzerinden
polemik yapıyor. 245 buldular ama. Aradaki 31 fark, bazı kişileri kurtarırken,
iktidar partisinin adındaki “ak”ı ve bir yandan da devleti karartmış oluyor.
* Başbakan Davutoğlu’na gelince; bundan sonra onun hangi sözüne güvenilebilir? Hangi sözü ciddiye alınabilir? TBMM’den, genel başkanı olduğu partiyi terkederek uzaklaştığı gün yapılan oylama sonucuna tepkisi, “Arkadaşlarımız iradeleriyle bir sonuca ulaştı. Oylamada bir darbe teşebbüsü olarak tepki verildi” şeklinde oldu. Peki, madem öyle, onun Başbakan olarak yapması gereken ilk iş –daha önce de yazmıştık- “darbe teşebbüsünün mağdur etmiş olduğu ve yolsuzluk suçlamasına maruz bırakılmış dört bakanı derhal ama derhal hükümetteki yerlerine iade etmektir”!
Cengiz Çandar/Radikal
"Devletin hırsızları"...
BEYRUT- İki ay içinde üç kez Beyrut’a gelmek, Ortadoğu entelektüel çevrelerinde
Türkiye’ye yönelik ilgiyle de açıklanabilir elbette.
Üç farklı merkezdekilerden, sonuncu konferansın başlığı “Arap Ayaklanmaları
sonrası Türkiye’nin Ortadoğu politikası”. Burada, “Arap Baharı” denmiyor, “Arap
Ayaklanmaları”…
Türkiye’deki iktidarın yapısı, Türkiye’nin ne yöne doğru yol aldığı, kuşkusuz,
konuşma ve tartışma içeriğinde yer alıyor.
Farkettim ki, diğer önceki iki seferde olduğu gibi, bu kez de, “yolsuzluk”
konusuna hiç değinmemişim. Üstelik, TBMM’deki yolsuzluk oylamasının dumanı
tüterken ayak basmıştım Beyrut’a.
Ve yine farkına vardım ki, İstanbul’da pazartesi ve salı günleri, STRATİM’in bu
yıl beşincisi yapılan ve “İstanbul Forumu”nun ne panellerinde, ne de
kulislerinde de “yolsuzluk” konusu hiç gündeme gelmedi ve getirilmedi.
Türkiye’nin tanınmış aydınlarının yanısıra (davetli oldukları halde hükümet
yanlılarından hiç kimse bu yıl yoktu), ABD’deki Michael Werz’ten, Henri
Barkey’den, Avrupa’daki Türkiye uzmanları Marc Pierini ve Nathalie Tocci’ye,
Kürdistan Bölge Yönetimi’nin sözcüsü Sefin Dizayi ve KDP’nin Dış İlişkiler
sorumlusu Hemim Hawrami’den İsrail’in kalburüstü entelektülei Shlomo Avineri’ye
uzanan yelpazede, çok geniş bir topluluk iki gün, üç gece Türkiye konuştular ve
“yolsuzluk” konusu hiç aralarında konuşulmadı.
Hem de, TBMM “yolsuzluk” konusunda oylama yapacağı bir sırada.
Tuhaf mı?
Tuhaf olmanın ötesinde korkutucu. Çünkü, belli ki, hiç kimse AKP iktidarında bu
konuda yol alınacağını düşünmemişti.
Neden korkutucu olduğunun ipucunu ise, Lübnan’da da buldum. Lübnan’da da böyle
bir tartışma yok ve nedeni anlatıldığında, Türkiye için de niçin “korkutucu”
olduğunu ve olması gerektiğini anlayabiliyorsunuz.
2013 yılının ilk gününde İstanbul’da bölgenin tanınmış ve kıdemli siyaset adamı
Velid Cunblat ve onun partisinin (İlerici Sosyalist Parti) ileri gelenlerinden
Wael Abu Faour ile birlikteydik. Abu Faour, 1972 doğumlu genç sayılan bir
politikacı. 2008’den beri Lübnan hükümetlerinde bakan olarak yer alıyor. Son bir
yıl içinde, “Sosyal İşler Bakanı” sıfatıyla insanların sağlığını tehdit eden
gıda maddeleri olgusunun arkasındaki arkasındaki büyük “yolsuzluklar”ı ortaya
çıkarttı ve buna karşı yürüttüğü savaşla, Lübnan kamuoyunda çok popüler oldu.
“Abu Faour ne yapıyor?” diye soracak oldum; Lübnanlı dostlarım, gülerek,
“yolsuzluklarla mücadele ediyor” cevabını verdiler. “Bunun neresi komik” diye
sordum; “Komik değil, tersine trajik. Yolsuzluklar, siyaset sınıfının tümünün
kimliği halini aldı ve sistemin kendisi oldu. Eskiden, 1950’lerde, 1960’larda,
hatta 1970’lerde de olurdu ama ortaya çıkarıldığında üzerine gidiler ve
‘skandal’ muamelesi görür, birşeyler yapılırdı. Şimdi, ülkenin tüm yönetimi
yolsuzluk üzerinden yaşıyor. Devletin kendisi, yolsuzluğun cihazı haline
dönüştü. Lübnan’da devletin çöküşü ile yolsuzluk konusu, yumurta-tavuk meselesi gibi. Bir kişinin mücadelesiyle olacak şey değil…” diye uzun bir cevapla
karşılaştım.
Türkiye ile bunun bir ilgisi var mı?
Hem de nasıl var; dün TÜSİAD Başkanlığına veda eden ve veda etmesi Türkiye
açısından gerçekten büyük kayıp sayılması gereken Halûk Dinçer’in veda
konuşmasında şu sözlerini bir yere kaydetmek, unutmamak gerekiyor.
“Yaşadıklarımızın arka planında ekonomik kriz ve siyasi dengesizlikler var… Kriz sadece ekonomiyle sınırlı değil siyasal bir kriz de var.
Geçmişin güçlü ülkeleri direniyor. Yolsuzluk konusu da bu arayışlar çerçevesinde
tartışılıyor. Bu nedenle bu yıl başkanlığını yapacağı G-20 yolsuzlukla
mücadeleyi baş gündem maddesi yaptı. Bu yüzden vatandaşlar yönetici sınıflara
güvenini kaybetmiş durumdalar. Siyasette güç kazanan otoriter yönetimleri
görüyoruz.
Üstelik bu konu ekonomik olduğu kadar güvenlik sorunu olarak da
nitelendiriliyor...”
Haluk Dinçer konuşmasındaki bu sözleri acaba Sarah Chayes adlı bir Amerikalı
araştırmacının “Thieves of State: Why Corruption Threatens Global Security”
(Devletin Hırsızları: Yolsuzluk Niçin Küresel Güvenliği Tehdit Ediyor) adlı
kitabını bilerek, onu okumuş olarak mı söyledi?
Söz konusu kitap, 19 Ocak tarihinde yayımlandı. Pazartesi günü. Belki
tanıtımından haberdar olmuştur. Washington Post ve New Yorker gibi önemli yayın
organlarında kitaba ilişkin önemli ve uzun değerlendirme yazıları yayımlandı
çünkü.
Washington Post’un kitaba ilişkin yazısının başlığı “Yolsuzluğa Bulaşmış
Hükümetler Siyasi Şiddeti Besliyorlar mı?” iken, New Yorker’ınki “Yolsuzluk ve
İsyan”…
Kitapta, “yolsuzluk”la ilgili derin tarihi araştırma da söz konusu. İlginç olan,
kitapta, Machiavelli’den John Locke’a, Batı’nın büyük siyasi düşünürlerinin
“yolsuzluk” konusunu önemle işlemiş olduklarına dair alıntıların yer almasının
yanısıra, “Şark”tan örnek sunması ve büyük Selçuklu devlet adamı Nizamülmülk’ün
“yolsuzluk” hakkında “devletin temeline büyük tehdit” olduğuna dair görüşlerine
de yer verilmesi.
Kitap, Protestan Reformasyonu’ndan “Arap Baharı”na tarihin büyük toplumsal
çalkantılarında “yolsuzluk”un çok önemli payı bulunduğu üzerinde duruyor. Ana
fikir şu:
“Yolsuzluk, küresel istikrarsızlığın sonucu değil, sebebidir.”
Türkiye’de son TBMM oylamasının ortaya koyması, anlatması gereken en önemli olgu, AKP’nin “ne kadar fire vermiş olduğu” değil, Çok daha “vahim” bir durum söz konusu.
“Devletin başı”, yakın çalışma arkadaşlarının “Yüce Divan”da “aklanması”nı tüm gücünü ve itibarını kullanarak önlemek ile, AKP’nin “imajı”nın daha da
“kararması”na yol açtı. “276’yı bulamadılar ya” gibisinden aritmetik üzerinden
polemik yapıyor. 245 buldular ama. Aradaki 31 fark, bazı kişileri kurtarırken,
iktidar partisinin adındaki “ak”ı ve bir yandan da devleti karartmış oluyor.
Her şeyden daha önemlisi, işin bu yanı değil mi?
Başbakan Davutoğlu’na gelince; bundan sonra onun hangi sözüne güvenilebilir?
Hangi sözü ciddiye alınabilir? TBMM’den, genel başkanı olduğu partiyi terkederek uzaklaştığı gün yapılan oylama sonucuna tepkisi, “Arkadaşlarımız iradeleriyle bir sonuca ulaştı. Oylamada bir darbe teşebbüsü olarak tepki verildi” şeklinde oldu.
Peki, madem öyle, onun Başbakan olarak yapması gereken ilk iş –daha önce de yazmıştık- “darbe teşebbüsünün mağdur etmiş olduğu ve yolsuzluk suçlamasına maruz bırakılmış dört bakanı derhal ama derhal hükümetteki yerlerine iade etmektir”!
Böyle yapılması, hem Başbakan Davutoğlu’nun, hem de AKP’nin, Tayyip Erdoğan’ın
bakanlarına ve kendi yoldaşlarına bir “ahlâki vecibesidir” de aynı zamanda.
Bu işin bir yana. Bunu yapabilecek yürek olduğu şüpheli. Bunu yapmalarını
engelleyecek bir “ahlâki baskı altında” kendilerini hissettikleri besbelli.
Ama, aslına bakılırsa, AKP’nin, “ahlâki değerlerini kaybetmiş”, “dindarlığı
bile şüpheli hale gelmiş”, “maddi çıkarların birarada tuttuğu” bir “iktidar
partisi” olduğu imajını kamuoyundan silmek artık çok zor.
TBMM’deki oylama sonucunun en önemli yanı buydu.
AKP iktidarının çok daha önemli sonuçlara yol açma ihtimali ortada. Yani, giderek ülke için niçin bir “güvenlik tehdidi” haline dönüşmüş olması işin cabası.
“Yolsuzluk”, bir soruşturma halinden çıkıp, “devlet cihazı”nın içine sinmiş, bir
sistem haline gelmeye görsün…
Güncelleme Tarihi: 25 Ocak 2015, 00:00